MİLLİYETÇİLİKLER VE SONRASI

 

                                                                   Haydar Yalçınoğlu

 

 

“Tüm yeryüzü aynı dili ve sözcükleri kullanıyordu......Ve dediler bütün yeryüzü üzerine dağilmayalım diye kendimize bir şehir ve başı göklere ercek bir KULE  bina inşa edelim. ...Ve Rab dedi: işte tek bir kavimdirler, ve onların tek bir dili var ...gelin inelim ve birbirinin dilini anlamasın diye, onların dilini orada karıştıralım. Ve Rab onları yeryüzüne oradan dağıttı” 1 (Tevrat, Tekvin, 11, 1-9-  1993, İst. Kitab-ı Mukaddes Şirketi)

 

Kutsal kitaba göre, bu kule şehri Babil’dir. Burada tek bir dil konuşşunlar, bir arada olsunlar diye KULE yapılmasını Rab istemedi. Kule yapıldı. Rab onun yıkılmasını istedi ve kule yıkıldı. Bunun için onların arasına nifak tohumları ekildi. Tek yol ise ayrı diller konuşmalarını sağlamaktı. Rab kule yapılmasını men etti. Sonra yeni kentler kuruldu, kuleler yapıldı ve kuleler yıkıldı. Yeniden tüm dünyanın merkezi olması için kuleler yapıldı ve kuleler yıkıldı.

Ve kimse bir daha tek bir dil konuşulan ve dünyanın idare edildiği Babil kulelelerin inşa etmeye kalkışmadı.

İnsanlar kuleleri yıksınlar ve birbirine girsinler diye Rab’bın bulabildiği tek yol ayrı dillerin konuşulmasını sağlamaktı. Ayrı diller konuşuldu ve farklı milletler doğdu. İlahi takdir milliyerçiliğin birinci kuralını kendisi koydu: ayrı bir dil. Dil nedir ki. Çok kısa HER DİL BİR İKTİDAR BİÇİMİDİR.

 

Sonrası çok bilindik bir hikaye.

Tek bedende tek doğaydı Tanrı ve İsa

Sonra tek bedende iki doğa oldular

İki bedende iki doğa sonra.

Monofizit, düofizit derken.

 

Aynı daldaydık aynı dalda

Aynı daldan düştük ayrıldık

Olduk Baba- Oğul-Kutsal ruh.

 

Önce ruh kayboldu

Tanrı suyunu çekti bilahare

Geriye kaldı akıl

Akıl oldu iktidar

İktadar TOTAL akıl

Başladı çağdaş uygarlık ve rasyonalite.

 

 

MODERNİTE VE MİLLİYETÇİLİKLER

 

 Üzerinde bolca tartışılan ve öncesinin ve sonrasının dahi onsuz olamadığı modernizm üç ana tarihsel olgunun ürünü ve bileşkesi.

Ulus-devletler

Akıcılık-bilimcilik

Ve liberalizm versus eşitlikçilik.

 

Akılcılık – bilimcilik rasyonalizm ve pozitivizm şeklinde kendisini gösterir. Rasyonalizmin uygulanmaya çalışıldığı yer Sovyetler Birliği idi. Pozitivizme en radikal şekliyle örnek teşkil eden Türkiye Cumhuriyetidir. ( Burası konumuz dışıdır, ama kısaca belirtelim. “ Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” lafı tam da pozitivizmi ifade eder. Mütşit din- tarikat önderidir ve onun yerine bilim önerilir. Dinayet’in 1930’larda yayımladığı eserlerde “ aklınız dininiz, dininiz aklınızdır” ibareleri sık sık yer alır)

Liberalizm karşısında eşitlikçilik. Birincisi batı, ikincisi ise yine Sovye sisteminin benimsediği ilkelerdir.

 

Asıl konmuzu ilgilendiren ulus devlet ve onun inşasıdır. Zira ulus devlet beraberinde laisite, hukuksallık, anayasasacılık hareketleri, egemenlik ve milliyetçiliği de taşımıştır. Ben bunlardan sadece milliyetçiliği ele alarak, küreselleşme sürecinde ulus devletler çözülmeye çalışılıken milliyetçiliklerin serüvenine değineceğim. Tabii ki, dünyada tek bir dil ve homojenleştirilme sürecinde, yani yıkılmaya çalışılan milliyetçiliklere karşı tepki olarak kuleler yapılacaktır ve kuleler yıkılacaktır. Bakalım sonunda Rab’bın ilahi emri akim kılınacak mıdır?

 

“19. yy’da merkez devletler ‘uygarlaştırma misyonu’ adına sömürgeler kuran emperyal devletler haline gelmeleriyle aynı anda ulus-devletler haline de gelmişlerdi” 2 ( I. Wallerstein, “ Liberalizmden Sonra” metis, 131)

 

Milliyetçililler de ulus devletler ile birlikte onunideolojik aygıtı olarak belirdiler. Batıda  milleti kuran aslında devletlerdir. Zira  I. Jenings’in dediği gibi “ birinin çıkıp da halkın kim olduğuna karar verinceye kadar halk hiçbir şeye karar vermemiştir” 3 ( The Approach to self government, Cam. 56) .

 

Milletler devlet eliyle oluşturuldu. O güne kadar tebaa, halk..vb olanlara siz bir milletsiniz denildi. İsmet İnönü konunun bilincine vakıftır ve 25. 4.1925 tarihli Vakit gazetesi ile mülakatında” vazifemiz” der “ Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır” 4 ( radikal İki, 28.11.1999. sh:4). İsmet paşaya göreTürklük inşa edilecek bir bilinçtir. Zira bir halk ancak millet yapılır. Dolayısı ile ancak bir devletin milleti olur. Milletler de elbette devlet olmak için mücadele verirler.

Demirel 11.12.999 tarihli Siirt konuşmasında “ sizleri tebrik ediyorum. Bu ülkenin hepimizin olduğunu, bizden istenirse çocuklarımızı dahi verebileceğimizi, DEVLETİN MİLLETİ OLMA ÖZELLİĞİNİ  yerine getirdiniz” 6 ( zaman gazetesi, 11,12,999) şeklindeki ifadesi, gazetenin yazarı A. Turan tarafından “ dil sürçmesi” olarak niteleniyorsa da, Demirel ne dediğinin tarihsel öneminin farkındadaır, çünkü İsmet Paşa’nın rahle-i tedrisatından geçmiştir.

Zira Anayasa “ devletin vatanı ve milleti ile bölünmez bütünlüğü”nden bahseder. Yani milletin bir vatanı ve devleti olmaz, tersine devletin milleti olur. Bu milletin kaderi de devleti yöneten  mahut egemenlerin elindedir.

 

Tabii ki salt teorik milliyetçiliğn ise olmazsa olmaz  üç koşulu vardır. A- ulus devletin bekası, B- milli bir kimlik inşası  C- karşılıklı devlet ilişkilerinde mütekabiliyet esasına dayalı ulusal çıkar mefkuresi. Bu sonuncuya  milletleri millet yapan düşmanının sürekli varlğıdır diyebiliriz.

Ulus devletin bekası aslında , Wallstein’in belirttiği gibi “ verili bir toprak parçası üzerinde meşru şiddet kullanım tekelinin” sürekli kılınmasıdır. Bu özellik Harbiye Marşı’nda açıkça vurgulanır. “ kanla irfanla kurduk, biz bu cumhuriyeti

                      Cehennemler kudursa ölmez nigahbandıyız”

Kan egemenliğin sürekliliği, irfan ise modernitenin akılcı- bilimci yönüne gönderme yapar.

 

 Aslında, birlikte var olduğu karşıt hegomonyaya bir karşı çıkış ile birlikte bir alt hiyararşik hegomonya yaratmak demek olan  kimlik 5 ( bkz. H. Gürsoy, Birikim sayı 121 sh:73) veya milli kimlik inşası  bir dil, anakronist veya irridentist bir tarih,  okul ve eğitim ve ordu gibi birleştirici kurumlar, milli yani ayrık bir kültür, az cok gens temeline dayalı ırki bir temel ( bunun için gerekirse akkommadizasyon, acculturasyon ve asimilasyon, olmadı soykırım, homojenleştirme, sionizm, holacaust...ve ilh) gerektirir.

 

BİZİM NE İŞİMİZ VARDI   

 

Wallerstin’in belirttiği üzre, ulusallık emperyel devletler haline dönüşen betılıl merkezi devletlerin bir özelliği iken, bizim ne işimiz vardı? Neden bu kervana katıldık. Büyük sömürgeci güçler larak ortaya çıkan devletler Avrupa merkezli idi. Bu sömürge bir ülkeye kendi efendisi ülke dışında hiç bir başka ülkenin meta ihraç edememesi anlamaına gelmektedir. Sonradan hiç sömürgesi olmayan bir sanayi imparatorluğu olarak ortaya çıkan Amerika’nın muaazzam meta pazarlarına ihtiyacı olduğu açıktı. Bu arada Avrupa’da inanaılmaz acılar çeken Yahudilere de kucak açmakla, Amerika muazzam bir finans gücüne de kavuştu.

 

Bu durumda sömürgecikiğe karşı bayrak açan Amerika idi ve bu tek tek devletlerin ulusal pazarının herkese açılması ile eş anlamlı idi. Özellikle uluslararası  finans kapital için  daha da elzemdi. Türk milliyetçilerinin büyük çoğunluğunun yahudi olması  anlamlıdır. Çünkü ABD’de üstlenmiş para sermayenin sömürge olmayan, “bağımsız” bir pazar ihtiyacı açıktır.

 

Wilson tarafından şiddetle müdafa edilen “ ulusların kaderlerini tayin” hakkı, hemen hemen aynen Lenin tarafından benimsendi. “ Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” adı altında yayımlandı.

 

SONRA NE OLDU

 

Tabi tarih asla bireylerin niyetlerine bağlı değildir ve büyük çoğunlukla da istenilenin tam tersi sonuçlara yol açar. Buna “tarihsel paradoks tersimlemesi” diyebiliriz. Komplo teorilerinin aksine, tarih kör bir saatçi tarafında bilinçdışı olarak ayarlanmaktadır. Bunun en iyi örneği Napolyon’dur. Kendisi Fransa’da burjuva egemenliğini yıkıp, monarşiyi yeniden kurarken; savaş açtığı bir seri Avrupa ülkesindeki iktidarda bulunan feodaliteyi al aşağı etmek zorunda kaldı ve oralarda burjuva devrimlerinin yolunu açtı. Aslında o tam tersine Fransa’da onları yok etmek için yola çıkmıştı.

 

Her neyse aynı şey oldu. Ortaya çıkan ulus devletlerin büyük çoğunlığu otarşiye yönediler. Kendilerini gümrük duvarları ile çevrelediler. Teknolojinin hızla gelişmesi ve üretmin basitleşmesi sonucunda, her biri kendi primer ihtiyaçlarını üretip karşılayacak hale geldiler. Bu olgusal süreç çok açıktır. Bu anlamda  ulus aynı zamanda bütünlüklü bir iç pazar demek.

Bugün her ülke az çok kendi olanakları ile kendi ihtiyaçlarını karşılayacak teknik ve doğal kaynaklara sahiptir.

 

Süreç içinde bir çok ülke emperyal ülkeler açısından meta pazarı olma özelliğini kaybetme riskini taşıdı ve mata ihracı yerini sermaye ihracına bıraktı. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tehlikeli  boyutlara varmıştı.

 

AMA ŞİMDİ NE OLACAK

 

Süreç bir defa başlamış ise en iyisi mantıki sonuçlarına kadar ilerletmektir. Bölünerek bütünleşmek. Bu ibare doğrudan küreselleşmeyi çağrıştırır. “Küreselleşme sözcüğü iki anlamda kullanılmakta: İlkinde dünya gezegenine gönderme yapmak. İkincisinde ise bir bütünü ya da bir bütün olarak kavranan bir faktörler dizisini çağrıştırmak için. Bu ikinci anlamda KÜRESELLEŞME; ekonomik, sosyal ve kültürel alanda artarak homejenleşen  bir dünyayı ve eğer fizik güçle dayatmıyorsa bu homejeniteyle  aynı anda var olan, farklılığın onaylanıp sürdürülmesine yönelik diyalektik tepkiyi içeren bir süreci ifade ediyor.” 6 ( Ahmet Ulvi Türkbağ, “ Doğu Batı  sayı : 18 sh: 229)

 

Kendine yeterli iç üretimleriyle bir pazar olmaktan çıkan ulusal üretim süreçleri karşısında, muaazzam surette genişleyen pazarlara ihtiyaç duyan post kapitalizm için ulusallıkların sonu getirilmesi gerekliydi. Aslında süreç çok önceleri başlamıştı. Fakat bu günlerde asıl anlamını bulmaktadır. K. Maks 1847’de sorunun incelikleriyle farkındadır. Uzun alıntı için sabır diliyorum.” Burjuvazi üretim araçlarını ve böylelikle üretim ilişkilerini ve onlarla birlikte, toplumsal ilişkilerin tümünü sürekli devrimcilieştirmeksizin var olamaz.....Bütün sabit ve donmuş ilişkiler, beraberinde getirdikleri eski ve saygıdeğer önyargılar ve görüşler ile birlikte çözülüyorlar, bütün yeni olanlar kemikleşmeden eskiyorlar. Yerleşmiş olan ne varsa eriyip gidiyor, kutsal olan ne varsa lanetleniyor .....

 

Burjuvazi, dünya pazarlarını sömürüsüyle, her ülkedeki üretime ve tüketime kozmopolit bir nitelik verdi. Gericileri derin kedere boğarak sanayinin ayakları altından, üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı. ....Eski yerel  ve ulusal yalıtımın  ve kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü karşılıklı  ilişkileri, evrensel karşılıklı bağımlılığı alıyor. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor....

 

Burjuvazi, bütün üretim araçlarındaki hızlı iyileşme ile, son derece kolaylaşmış iletişim araçları ile, bütün ulusları, hatta en barbar olanları bile, uygarlığın içine çekiyor....

 

Bütün ulusları, yok etme tehdidiyle, burjuva üretim tarzını benimsemeye; onları uygarlık dediği şeyi benimsemeye yani bizzat burjuva olmaya zorluyor.

 

TEK SÖZCÜKLE, BURJUVAZİ KENDİ İMGESİNDEN BİR DÜNYA YARATIYOR”

7 ( Komünist Menifesto)

 

Ulus devlet baglamında sürdürülan kendine yeterli üreti sürecinin parçalanması doğal olarak a- uluslarası mal ve sermaye hareketlerini yeniden faaliyete geçirir b- yeni pazarlar açar, c- eski pazarların üretim temelini tasfiye ederek onları yeniden genişlemiş pazarlar haline getirir.

Sözgelimi Sovyetler Birliği’nin parçalanması ile oluşan yeni devletler- diyelim Litvanya, Estonya, Letonya- enerji kaynakları ve hammadeden  yoksun olduğu için sıfır üretim ile uluslarası sermayeye eklemlenmek zorunda kalmıştır. Aynı şey Türkiye’nin doğusu koparıldığında olacaktır.Hammadde ve enerji kaynakları doğuda, fabrikalar batıda kalacağından üretim temeli çökecektir. Rusya’nın bir fabrika hurdalığına dönüştüğünü hepimiz biliyoruz. Gorbaçov’a boşuna yüzyılın adamı ünvanı verilmedi.

 

Bir taraftan Avrupa bütünleşirken, diğer taraftan mikro milliyetçiliklerin ve etnik hareketlerin desteklenme nedeni açıktır. Küreselleşmenin olmazsa olmaz koşulu mevcut ulusal sınırların daha küçük ölçeklere bölünmesidir. Bu nedenle mikro bazda bölünme ile küresel-makro bazda bütünleşme birbirini tamamlayan aynı sürecin diyalektiği, tarihsel önkoşulu ve sonucudur. Mikro millliyetçilikler ve etnisite küreselleşmenin önkoşulu ve sonucudur ve tam tersi.

 

Bınu sağlamak için bir taraftan yerel milliyetçililler emperyal kültürle hızlı bir bombardımana tutulurken, diğer yandan ulusların eğemenliğine ilk defa müdahale edilmektedir. Gösterilen gerekçe insan hakları ihlallleridir. İlk örneği sırbistanda gerçekleştirildi. Ve Balkanizasyon politikası dünyanın geri kalan bölgelerinde de uygulanacaktır. Bundan şüphe yoktur. Demirel süreci iyi analiz ettiğinden 16.12.999 tarihli AGİT toplantısında “ artık hiçbir devlet kendi ülkesinde karşıleştığı sorunla ilgili olarak, bu benim iç sorunumdur, bana karışamazsın diyemez” şeklnde konuşmaktaydı.

 

Ulusların kayıtsız şartsız kendi yurttaşları üzerindeki güç kullanma yani eğemenlik haklarına müdahale edilmesi, milliyetçikliklerin çözülmesinin ilk adımıdır. İkinci adım “kimlik ve etnisite” sorunlarının gündeme getirilerek, bunların desteklenmesidir. Her iki olguda da temel alınan tek kavram “ insan hakları” dır. Bunun için Marks’ın deyimiyle “bütün ulusları yok etma tehdidiyle” “medeni olmaya”, yani insan haklarına saygılı olmaya zorlamaktadır küresel sermaye. Bugün “insan hakları emperyalizmine” bir şekilde son verilmelidir. Bu kavram Eric Hobsbawm’ ait 8 ( E. Hobsbawm, Le Monde Diplomatique, Türkiye, satı 15, sh: 15) .

Tabii, bu anlamda kendi ülkesinde ceberrut, baskıcı, kan ve barut, acı ve gözyaşı, kıyım ve tehcir ve her türlü yolla iktidar sultasını sürdüren oliğarşilerin ve diktatörlüklerin aynı argümana dayanarak muhaliflerini gayri milli ialn ederek kandilerini meşrulaştırma girişimleri filisten bir anlayıştır. Kendi halkına toprağunda kiracı muamelesi yapan ve yurttşlarına taliban muamelesi çeken ve insanları köle İzavra gibi gören kahya Brunocuları haklı çıkaracak bir tek neden bulunamaz elbette.

Bunun en iyi örneği bugünlerde Sudi Arabistan’da yaşanmaktadır. Bir muhalif, kendi yaptıkları “özgürlük” çağrılarının ABD arafından da yapılması karşısında, kendilerinin “ yabancıların casusları “ olarak görüldüklerinden yakınıyor. 9 ( A. Gresh. L.M.Dip. a.g.s. sh: 30)

 

 Tüm azgelişmiş  ve üretim sürecinin bütünlüğüne göz dikilmiş ülke aydınları aynı dilemma

ile karşı karşıyadır.Zira bir yandan en temal haklarını savunmakla ABD’nin “ özgürleştirme” stratejisine hizmet edilebilir. Aradaki hassas farklılıklar iyi ayırt edilmelidir. Bu konuda Suat Parlar’ın 1. sayıdaki yazısına gönderme yapmakla yetiniyorum.

 

Diğer taraftan ulusal ekonomiler sürekli bir biçimde kotrollü kriz stratejileri ile kontrol altında tutularak, ekonominin ulusal temeli – bunun en yaygın örneği özellştirmelerdir- tasfiye edilerek, pazarın temizlendikten sonra ( sürekli kriz ve sonucunda iflaslar ile haraçmezat yabancılara satılan işletme ve bankalarile bunların siyasi işbirlikçileri harırlansın) yeniden uluslarası semayeyeye temiz bir Pazar olarak açılması da ulus- devletlerin tasfiye sürecini hızlandırmaktadır. Türkiye, Meksika, Arjantin, Uzak Asya buna örnektir. Mikro milliyetçilik ile küreselleşme ilşkisine ise Rusya ve Balkanlar dahil edilebilir.  Çukurova Grubunun YKB’ndan kendi firmalarına kaynak aktardığı 30 yıldır biliniyor ama, yerel finans kurumu olarak neden bugün tasfiye edildiğine kim cavap verebilir?

 

Bugünkü küreselleşme taraftarlığı Amerikan milliyetçiliğidir. Bir taraftan küreselleşirken, makama uyup her birimiz kendi bireysel tarihimizi aramaya ve ona göre kimlikler oluşturmaya devam edeceğiz. Mikro ve etnik olarak millileşeceğiz. Ama gözden kaçan daha önemli bir sorun var gibi geliyor bana: ya kişiliklerimiz ve var oluşumuz. Kişilik oluşmadan , yani kişi nasıl kendisi olur ve kendini ve geleceğini nasıl bir bütün olarak örgütler bu sorun çözülmeden  kimlik sorunu anlamlmıdır veya kişiliksizleşme ve kendisizleşmemizi bu yolla mı nötralize ediyoruz? Ama bu ontolojik bir mesele ve yazının sınırları dışında olduğundan cevap verilemez.

 

 

Yeryüzü aynı dili kullanıyordu, onlar kentlerde  bir araya geldiler ve kendilerine büyük kuleler inşa ettiler. Ve Rab bir gün onlar ayrılsınlar diye ayrı dilleri konuşmayı emretti ve böylece nifak tohumları ekildi. Onlar ayrı dilleri konuştular ve birbirlerine düşman oldular, ayrıldılar. Ve kuleler yaptılar ve kulelerini yıktılar ve yeniden bir olmak ve aynı dili konuşmak için kuleler yaptılar. Bu Babil’in hikayesidir. Yani çağdaş küreselleşmenin. Ve Rab  bu defa buna izin verecek mi ?  İzleyelim, görelim.