ENGİZİSYON ve MİHNE MAHKEMELERİ --- SEMAVİ DİNLERDE HUKUK

a- Semavi Dinler ve Cezaların Evrimi

“ VE Allahın RABBİN sana teslim edeceği bütün kavimleri bitireceksin; gözün onlara acımayacak ; ve onların ilahlarına kulluk etmeyeceksin” “ VeAllahın Rab ONLARI SENİN ÖNÜNDE ELE VERECEĞİ VE SEN ONLARI VURACAĞIN ZAMAN, ONLARI TAMMEN YOK EDECEKSİN; onlarla ahdetmeyeceksin ve onlara acımayacaksın” (Tevrat- Tesniye bab 7)

“ O şehrin ahalisini mutlaka kılıçtan geçireceksin , onu ve onda olan her şeyi, ve hayvanlarını tamamen yok edeceksin. Ve onun bütün çapul mallarını sokağın ortasına yığacaksın ve şehri ve bütün çapul mallının hepsini ateşle Allahın RABBE yakacaksın” ( Tesniye, bap 13)

Tanrı Tesniye bölümünde Musa’ya böyle emir verir. Musa vadedilmiş topraklar olan Kenan diyarındki halka ne yapacağını sorar. Tanrı hepsini öldürmesinni ister. Musa ya karıları ve çocuklarının suçu nedir deyince , Tanrı onların kaderi de babalarına bağlıdır der.

Burada anlatılan hukuk tamamaen öçe dayalı kollektif cezalandırmadır. Neyse ki, Roma Decamvirist hukuğundan ileridir. Zira bu hukuğa göre – yine de bir hukuk olduğu için kurallıdır- alacaklı borcunu ödemeyen borçlunun bedeninden münasip bir parça koparıp alabilirdi. Ne kadar parça bırakacağı tamamen Romalı “ merhamet”i olarak sunulmuş, sonra parça koparmak yerine “borçlunun köle olarak” satılması “Romalı erdemi” olagelmiştir.

Aslında anlaşılan tüm “ceza ve yargılama” hukukunun temeli borçlar” hukuğu olmakla, ceza hukuğunun mülkiyet biçimlerinin gelişmesiyle doğru orantılı olduğu açıktır. Bunu, mülkiyetin gelişmediği batılıların “ilkel” dediği, aslında “ulvi” derleyici- toplayıcı toplumlarda hiç suçun olmamsından anlyabiliriz. Burada kazaen adam öldüren birine bir süre topluluktan ayrı yaşamaya mahkum edilir ve bu bayağı kahredici olurdu.

Tevrat’taki kollektif cezalandırma sistemi, semavi dinlerde zamanla terk edilmiş ve İslamiyette “suçun şahsiliği” ilkesine ulaşmıştır. Medineye hicret üzerine, Hz. Muhammet ve ashabı en kuvvetli grup haline gelince, Hz. Muhammet birçok uyuşmazlıkta hakem konumuna gelmiştir. O zaman Arabistan’da bir kabileden bir kimse bir suç işerse, suçlunun tüm kabilesi “diyetinden” sorumlu tutulurdu. Bu zamanla, ticaretle uğraşan ve kabile içinden zenginleşen tüccarları rahatsız etti. Diyet ödenmez ise tüm kabileden öç alınır ve kanlı çatışmalar olurdu. Bu defa kendi kabilesinin ayak takımından birinin işlediği suç yüzünden, yıllarca çalışmış bir tüccarın tüm malını kaybetme ihtimali de vardı.

Hz. Muhammet hakemliklerinde ve Medine uygulamasında, cezanın bu kollektif karekterine son verdi. “ herkes kendi suçunun sorumlusu” idi. Yani bir kimsenin işlediği suç için “Tevrat” pratiğine son verilmiş oluyordu. Bu tavır her ne kadar zenginleşen tüccarların işine yarasa da iki önemli sonucu oldu: 1- tüm Mekke ve Medine aristokrasisinin Hz. Muhammede güçlü destek vermesi, ve bunun sonucu İslamiyetin gerçek genişleme sürecine girmesine, 2- asıl önemli olan, bireyin “kul olarak”—bunu asla küçümsemeyin- tarih sahnesine atılmasına. Bireye artık sen , asla bütünün bir parçası olarak kaybolup gitmiş biri değil, kendin olarak tarihin bir öznesisin denilmektedir. Evet birey ya da kişi kendisi olarak kendi kaderinin efendisi idi. Uygulama Hz. Muhammet’ten sonra böyle olmadı ama, atılım gerçekten bir devrimdir.

 

b- Hür İrade ve Kader – Cebir ve Tefviz.

Her insaanın kendi fiillerinden sorumlu tutulması ceza ve infaz sphukuğu açısından çok önemli sonuçlar düğurdu. Yeni bir kavramın toplumsal yaşama girmesi, diğer tüm kavramların da ( ticaretten, cezaya kadar) ounla eklemlenerek yeni bir örüntü kazanmasına neden olur.

Ama sorun burada kalmadı tabii, insanları neden-sonuç ve illiyet bağıntısına göre önceden belirlenmiş yasal kuralları ihlal eden davranış, edimlerinden dolayı, hukuk dilinde fiil dediğimiz şey nedeniyla şahsen sorumlu tutacağız. Evet, fakat insan özgürlüğünün sınırlarını ne olacağı sorunu bu bağlamda yer almaz.

İslamiyet yavaş yavaş monarşiye, islami terimlerle hilafet saltanata evrildikçe, irade özgürlüğü sorunu da gündeme geldi. Bu hemen Hicretin 50. yıllarında başladı. Cebriye akımı, bugünkü determinizme bire bir denk düşer. İnsan iradesi, maddi yaşamın üretim ve yeniden üretim süreci tarafından belirlenmiştir denildiğinde, burada bir belirlenimcilikten bahsedilir. İmdi buradaki madde yerine Tanrı’yı koyun, o zaman bizin tüm amel ve amillerimiz Tanrı tarafından belirlenmiştir ve Bunlar Levh-Mahfuz’da önceden yazılıdır. Bu görüşü ileri süren akım Cebriyye idi. Burada ik şey yapılmaktadır. “hayır ve şer Allahtan gelir” ise iktidarı kötüye kullananların bu dvranışlarından dolyı sorumluluğu olmazdı ve bir rejimin en önemli sorunu olan meşruiyet meselesi çözülürdü. İkincisi ise, insan aklının ve iradesinin kendi hayatına yön vermedeki acziyeti olup; her sorunun hadis ve sünnet yani nakil ile çözülmesi idi.

Bunun karşısında olan ise Tevfizci veya kadriye veya kaeriyeci görüştür. Bunlara göre insan iradesi özgürdür. O Kendi hayat sürecini özgür iradesi ile biçimlendirir, seçme özgürlüğüne shiptir. Tanrı bunlardan günah olanları cezalandırır. Nedenle kafir ilan edilerek cezalandırılmaları ıstenilen kimseler için “onların durumunu Allah’a bırakıyoruz” derlerdi. Muaviye Hucr b. Adiy ve arkadaşlarından Hz. Ali’yi tekfir etmeleriniisteyip, redcevabını alınca, onları siyasi suçlu kabul ederek öldürttü. İşte zamanla eğemen hale gelen veözgürlüklerin gelişmesine set çeken bu akım meşhur Eşari kelamı olarak da anılır. BU kelamın ilanı 873 yılı olup, sistemleştiren İmam Gazali’dir.

Hemen belirtelim ki, Esna-i Eşariye şiiliği’ne göre insan ne cebrin ne de tefvizin etkisinde olmayıp, insan cebir ve tevfiz arasında muhtardır. Ünlü mütekellim Kuleyni “Usul-u Kafi”de bu hususu uzun felsefi derinlikte işler.

Tabii bu sorun kilise babaları arasında daha önce ve ondan önce de Aristo tarafından tartışılmıştı. Aristo’nun Liberum Arbitrium (Özgür irade) fikrine sadık kalınarak yoğun tartışmalar yapılmış ve Ortaçağ Hristiyan teolojisi bu meseleyi çok önce çözmüştü. Sn. Thomas, Agustin , Boetheius Duns Scotus ..vb gibi düşünürler hep şunu söylediler “ iradenin kendisi dışında iradeyi nüfuzu altına alacak başkaca bir şey yoktur”. “ İradenin özgürlüğü eylemin özgürlüğünden ayrılmaz”. İnsanları şunu veya bunu yapmaya zorlayabiliriz ama “ şunu veya bunu istemeye zorlayamayız” nedenle istenç özgürlüğü asıl ve kaçınılmazdır. Her türlü “ tahditten azade iradenin kendiliğindenliği” kişiliğin kendisizleşip, filisten hale gelmesini engellemenin tek yoludur. “ ya irade vardır ve zorlama yoktur; ya da zorlama vardır ve iradi fiil yoktur”. Tabii ki saltık irade hayvansaldır ve insanın aklı olmaksızın özgür seçimi olamaz. Hemen anlaşılacağı gibi, bu düşünsel serüven rasyonalizmle sonuçlanır.

 

c- Mürcie ve Mutezile

İşte “ dininiz aklınızdır, aklınız da dininizdir” ( Bu söz yanılmıyorsam Ebu Hanife’ye aittir) diyebilecek kadar gelişen tartışmalar İslam dünyasına ister istemez taştı.

Burda İslam tarihinin gelişimini anlatılması imkansızdır. Ama cezalandırmalar açısından gerek Emeviler ve gerekse Abbasiler döneminde, kollektif ceza ve toplu yok etmeler, arap- mevali arasındaki ayrık uygulamalar devam etti. Sadece Harici ayaklanmalarını ve müslüman olduğu halde mevali oluduğu için haraç vermek zorunda bırakılan ( mevali- müslüman olan ama arap olmayan demek)ların isyanını bastırmak için Basra ( Irak) valisi olan ( 685) Haccac’ın 400.000 kişiyi sogusuz yargısız kılıçtan geçirttiği söylenir.( Bu konu için eni kaynak Doç. Dr. Sönmez Kutlu’nun “Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri” isimli eseridir.). Haccac caminin mimberine çıkar ve haraç vermeyen mevaliye ve cemaate şöyle seslenir :” koparılmak için olgunlaşmış başlar görüyorum o işi yapacak kişi benim” der.

Hz. Ali ile Hz. Osman ve Muaviye arasındaki çatışmalara katılmayan sıffın ve Camel savaşında tarafsız kalan sahbenin şiddet sevmeyen tavrı zamanla “mürcie” akımının doğmasına neden oldu. Bu akım daha sonra gelişerek “ mutezile” mezhebinin doğmasına yol açtı. Aslında bu iki akım ve tüm islam mezhepleri, bizim buğün hukuki terimlerle sürdürdüğümüz insan özgürlüğünün sınırları ve devletin ceza yetkisinin kapsamını “sadece dini terimlerle” tartışılmasıdır. Mürcie ve onun devamı olan Mutezile “ büyük günahlarn sahibine ait olduğu ve dolayısı ile cezalandırılmayacağını” söylerken, diğer mezhepler Harici, Hambeli, Maliki..vb. bunların münafık olmakla “Allah adına” tabii ki siyasi iktidarca cezalandırılmasını savunuyorlardıı. Olay şöyle gelişti: Hasan-el Basri bir gün Basra Camiinde ders verirken bir adam gelir ve “büyük günah işleyenlerin bazılari tarafindan kâfir olarak vasıflandırıldıgını, günahın imana zarar vermeyecegini iddia eden bazıları tarafindan ise tekfir edilmeyip mü'min sayıldıgını söyler ve bu mesele hakkında kendisinin hangi görüşte oldugunu sorar. Hasan el-Basrî verecegi cevabi zihninde tasarlarken, ögrencilerinden Vâsıl b. Ata ( öl.748) ortaya atılır ve büyük günah işleyen kimsenin ne mü'min ne de kâfir olacagını, bilakis bu ikisi arasinda bir yerde, yani fasiklik noktasında bulunacagını söyler. Halbuki, Hasan el-Basrî büyük günah isleyenin münafik oldugu kanaatindeydi. Iste bu hadiseden sonra Vâsil b. Ata, Hasan el-Basrî'nin ilim meclisinden ayrılır (bir rivayete göre de hocası tarafindan dersten uzaklastırılır) ve arkadasi Amr b. Ubeyd (öl. 144/761) ile birlikte caminin baska bir kösesine çekilerek kendisi yeni bir ilim meclisi olusturup görüslerini anlatmaya baslar. Bunun üzerine Hasan el-Basrî, "Vâsıl bizden ayrıldı (Kadi'tezele anna Vâsıl)" der. Böylece Vâsıl'in önderligini yaptığı bu gruba mu'tezile adi verilir (Abdulkerim es-Sehristanî, el-Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1975, I/48; Abdulkâhir el-Bagdadî, el-Fark Beyne'l-Firak, Çev. E. Ruhi Figlali, Istanbul 1979, s. 101, 104).

Mutezile daha sonra görüşlerini geliştirerek önemli bir islam akaidi haline gelir. Konumuzu yakından ilgilendiren akıl nakil çatışmasında akla önem verimesini ileri sürerek, bir yandan islam rasyonalizmine yol açarken diğer yandan aslında katı hukuğa bir son vermek iddiasındadır.

Diğer önemli gelişme kuranın mahluk olup olmadığı konusunda düğümlenir. Meşhur “ halku’l- Kuran” meselesi.

 

 

Engizisyon ve Mihne

Engizisyonu diğer yargılama biçimlerinden ayıran, kullanılan acımasız infaz yöntemleri değildir. Hatta vahşet açısından engizisyonu ezip geçeçcek çok yargılama yöntemleri vardır. Engizisyon asıl olarak bir norm ihlaline dayalı fiile bakılarak cezalandırma yerine, dinsel akaide ve eskotolagyaya aykırı fikirlerin cezalandırılmasıdır.

Dünyanaın yuvarlak olduğunu söylediği için Galileo’nun sorgulanmasını veye Guardino Bruno’nun aynı fikrinden dönmediği için 1601 de Roma’nın çiçek meydanında yakıldığını biliriz. Ama engizisyon uygulamasının aynısının hatta belkide daha acımasız biçimde İslam tarihinde olduğundan habersizizdir.

Abbasi Halifesi Mem’un 813 yılında kardeşi Emin’i onbinlerce kişinin acımasız bir iç savaşta ölümüyle halledip, hilafetini ilan ettikte, Mutezile’nin görüşlerini devletin resmi görüşü haline getirdi. Yüzlerce alim, din adamı, imam sorguya çekildi. Tüm ulema devlet zoru ile görüş değiştirdi. ( Bir tek Ahmed b. Hanbel- öl. 855- direndi. Hambeli mezhebinin de kurucusu olan hambel bu yüzden olmadık muameleye tabii tutuldu.)

Aynı uygulamalar me’mun’dan sonra iş başına gelen halife Mu’tasım ( 833-841) ve onu n yerine geçen el- Vasık ( 841-846) zamanında da devam etti. Olayların devamı birçok tarih kitabında, hilye ve biyoğrafilerde mevcut.

Asıl facia daha sonra geldi, Vasık’tan sonra halife olan Mütevekkil bu defa Mutezile görüşlerini yasakladı. Hayatta kalabilmek için zor bela Mutezile’ye meyleden bürokrasi cihazı, dönmüş ulema ve halk ne yapacağını şaşırdı. Tersine kıyımlar başladı, hem de yapılanlara medet okutacak türde.

İnfaz ve işkence o kadar sistemleşti ve akıl almaz duruma geldi ki, yaratıcı gücünün sınırlarına halen erişilememiştir. Şair Hüzai’nin ( bazı kaynaklarda alim, felsefeci olarak da geçer ya) ölüsü 2 yıl Bağdat’ta ağaçta asılı bırakıldı. Önce sol kol, sonra sağ baçak kesme gibi çapraz ifazlar. Taşlatarak öldürme, derisini yüzerek yerine tuz ekme ( bu şair Nesimi’nin infaz şekli olup çok sonraları Tatar Memlüklülerince yapılmıştır) gibi inanılmaz yöntemler benimsenmiştir.

Şimdi kötü bir muamelenin bile bir şekilde gündeme geldiği ve bunun da bir şekilde en azından yasal olarak giderilmeye çalışıldığını biliyoruz. Batı coğrafyasında, bu hakların Mağna Carta’dan beri süregelen mücadelelerin ürünü olduğunu da biliyoruz. Fakat bu coğrafya , sözkonusu hakları hiç mücadele etmeden, ona bahşedilmiş şekilde aldığını sanırız. Bu bilinç burkulmasının nedeni tabii ki batı kaynakları ve haklar tarihi ve anayasal hareketleriyle eğitilmemiz olduğu kadar, bu coğrafyanın tarihi ile – özellikle dil hareketleri ve kaynak kıyımı sayesinde- bağımızın fiilen kesilmiş olmasındandır.

İnsanın tarihte olanlara bakınca şimdiki yönetimlere şükredsi geliyor ama değil, sadece 2 büyük dünya savaşında yaşanan barbarlık durumun hiç de sanıldığı gibi olmadığını gösteiyor. Ayrıca başımıza daha beterlerinin gelmeyeceğini söyleyemeyiz.

Fransız devriminin önderlerinden Sn. Just’un söylediği gibi aslına “ suç işlemeden hiçbir devlet yönetilemez”.

 

Haydar Yalçınoğlu




Kaynakça:

1-    E. Gilson,”Ortaçağ felsefesinin Ruhu”

2-    Kuleyni,”Usul-u Kafi”

3-    Taberi,    a-“Milletler ve Hükümdarlar Tarihi”

                        b-“Tarih-i Taberi”

4-    S. Kutlu,”Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri”

5-    P.K.Hitti,”İslam tarihi”

6-    İslam Ansiklopedisi”

7-    P.M.Holt, A.K.Lambton, B.Lewis, “İslam Tarihi”

8-    Abdülbaki Gölpınarlı, “Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik”

9-    M.G.S Hudgson,”İslamın Serüveni”

10-  Y.K. Aydınlı “İslam Tarihi”

11-  "www.enfal.de/indeks.htm" sitesi