HİNS
İLEA LA CRİME- BU GÖZYAŞLARI NEREDEN
Ev sahibi olmamam iyi talihimin bir parçası bile sayılabilir.
Diyordu Nietzche Şen Bilimde. Bugün
eklememiz gerikir: kendi evimizi ev olarak görmemek, orada kendimizi evimizde
hissetmemek ahlakın bir parçasıdır.
(T.W.Adorno,
Minima Moralia, sh:40-41)
1-
Orhan, bir sokak çocuğu, evsiz ve tinerci
olduğu söyleniyor. Sanat ricalinin dar alanda kısa
paslaştığı bir filmin galasında sahneye
fırlayarak, kendisini pareledi, kan içinde.
Biz kentliler kan görmeye bayılırız, ama naklen
savaşlarda. Zira,
Ölümü beklemedeyiz
topyekün ve bir defada,
ve bu yüzden ancak kan görmenin
çıldırtıcı
vahşeti
mest eder sarhoş
akşamlarımızı.
Ve yine ancak,
öldürülme korkusudur bize,
sevdiren naklen
savaşları,
ve profan ve safra hayaları.
Orhanınki ise düpedüz edepsizlik, tüm formatları aştı.
Star TV 12 Aralık akşam
haberlerinde, Orhanın kann içinde yaka paça sahneden indirilişini
verdi.
Haber şöyle bitti: Ninayet
Orhan sahneden indi ve film başladı(- voila ce que parler veut dire).
Nasıl oldu ise Orhan sahneye fırlamıştı ve hep
sahnede olanlar için fırtına o an koptu, tıpkı uyup
şeytanın igvasına cennete yılanın girmesi gibi bir
şey. Şeytan cennete bir yılan olarak girdi, havvayı kandırdı,
yasak meyve yendi ve insanoğlunun başına tüm bu felaketler
geldi. Orhan bu kızılca kıyametin bir tekrarı olabilir,
amman dikkat.
Ne güzel sanatın, edebiyatın, müziğin ve hümanizmanın erdemlerinden
doyasıya bahsedecek iken, Orhan sanatın içine nasıl
sızabilir. HALKIN SAHNEDE NE İŞİ VAR!
Orada, perdede önceden tasarlanmış
muhteşem estetği içinde kan, gözyaşı, umut,
hasret,sabır, temenni ve istigna içinde tüm yalın çıplaklığı
ile hayatın gerçekleri zaten var. Ne lüzumu var şimdi bunları
perdenin önüne taşımaya. Birden bire kardaşım bir hal
oldu, suratlar asıldı, sinirler gerildi, kokteyl elde bardaklarla
yarıda kesildi, damak tadı üzerine yapılan keyifli sohbetler
bölündü.
Orhan, sanatın içine sızdı, cennete bir
yılan girdi!- halkın sahnede ne işi var.
Tüm realite zaten perdeden size sunuluyor iken ve
damaklarımızda henüz sanatın tadı var iken Orhan
sanatın içine nasıl sızabilir!
Hayatta karşılığı olan tek
bir şeye bile hiçbir tahammülü olmayan sanat eliti için, bu bir zillet ve
asla yüzleşilmemeli. Her şey .....miş gibi olmalı.
Protestan ve beyaz Türk Beyoğlu sanat dükalığı bu
kadarına da tahammül edemez. Bu
yüzden orhan sahneden indi ve film başladı. Yine orhanın
gerçekleri, hem de son derece toplumcu ve realist açıdan perdede yer aldı, ihtiyat olarak tutulan
tüm tahvil ve bonolarını kaybetmiş gibi gözlerimiz
yaşardı. Hins ilea la crime-bu
gözyaşları nereden!
1-
Şöyle
bir geriye yaslanın, sıcak rahat yuvanızda rahat bir nefes
alın. Tanrım verdiğin nimetlere binlerce sükürler olsun! En
azından bir yuvamız var. Beterin de beteri var. Atasözlerine söz
yazanlar boşuna dememişler, dünyada mekan, ahrette iman diye.
Orhan sahneden palan pandaras indirildi. Çünkü, gladyatörler türü yok olmadı; her
sanatçı bir gladyatördür, kamuoyunu, seyircileri can çekişerek
eğlendirir. (Gustave Flaubert)
Maskelerin yüz yüzlerin maskeleştiği bir
ortamda can çekişerek sizi eğlendirmeye çalışan tek
kişi orhandı, ama olmadı. Görüntü içinde görünen bir dünyada
değil, perdede değil sahnede durmuştu. Görüntüde değil, görüntüsüyleyer
almıştı. İmgede değil hakikatte vardı. Sadece
yanlış bir yerdeydi. Ama ihmal edilemeyen bu küçük hata, yani hayat
filmin yerini alırsa tüm sanat, sanat kastı ve sanat biçimleri gereksizleşebilir. Ama sanat diye bir
şey var!
Var mı?
Ne için var?
Görsel sanatların gerekliği ileri sanayi
toplumunun işleyişi açsından temel önem taşıyan iki
yolla tanımlanır. Kitleler için bir gösterim ve yöneticiler için bir
gözetim nesnesi olarak. İmgelerin üretilmesi, aynı zamada bir yönetim ideolojisi de sağlar
Susan
Sontag, Fotoğraf Üzerine.
Toplumun işleyişi açısandan temel önem
taşıyan sanatın yerini hayat nasıl alabilir, yani orhan
fütünsuzca sanatın içine nasıl sızabilir. Münferit bir
edepsizlik olsa neyse, düpedüz bir sabotaj bu. Hins ilea lacrime (Bu
gözyaşları nereden! )- işte buradan.
2-
Kültür
insanların kendileri tarafından yaratılmıştır.
Bu, bir nesilde
yaratılmış kültüre ait bileşenlerin bir birikintiye
dönüşmüş, yani şeyleşmiş ve objektifleşmiş
olarak..... alabildiği ölçüde uyumluluştırılmış
birikime dayanır
M.Tevfik Özcan, Hukuk kurultayı 2000
Siyasal Adalet Tebliği.
Evet! Bir hukuçu mantğı ile böyle ve
doğru.
Kültür, sanat, edebiyat...vb. içinde
yaşadığımız medeniyet ile çatışarak ( onu
yapay aklileştirerek ) uyumlu hale gelmemizi sağlar. Bu anlamda kültür ve sanat insan zihninin çağı aşan
yönlerinin tepesini budamaya yarar. Zira özenle hazırlanmış site
pezyajlarında yabani otların işi ne- geometrik prizmalar içinde konserve
edilmiş düzenli, sentetik yeşil.
Açığa bir uyum sorunu
çıktığında, elan çağın papazlarından birine-
bir psikoterapiste- teslim edilmeniz gerekir. Daha ilerisi ise delilik, yani
kapatmadır. Bu tehdit çağımız kültürünün en önemli
insanileştici ve evcilleştirici işlevidir.
Çicekleri tabelaya uygun sevin. Kahkahalar ünüvesite
profesörleri ve psikopat rejisörce buraya yerleştiriyor. Zamansız
gülme ruh üşütmesine neden olabilir ve ruhumuza göktaşı
düşebilir.
Kültür
çağımızın en katı determinizmidir.
Ve zorbalığın
kabul gördüğü en üst biçim olarak durur.
Dünya öylesine aydınlığa boğuldu
ki, lümen kudretinden körleştik- kuvvetli işık altında
sorgulayıcılarımaza, kamçılanan tüm isyancı
duygularımıza dair nedametnamemizi imzalayıp, pişmanlık
yasasından yararlanmak üzere
feragatnamemizi sunduk. Evet, üstad, biz yoksullaşan dünyanın
uysal sakinleri olmak istiyoruz. ( Bizim için neyin var?). Zira, görünen her
şeyi profanlaştıran ışık ve onun efektleridir.
Orhanın tüm canlı
kanlılığıyla orada olması bir arızadır.
Sanatın bir amacı var: insan ruhunun zapturapt altına alınması
der Valery. Hal böyle iken serseri mayını gibi sanatın içine
sızarak torpilleme teşebbüsünde bulunan Orhanın bir Tupac-
Amuro gerillasından daha tehlikeli olmadığını ileri
sürmeye kim cesaret edebilir.
Şebülreşad isimli derginin neşriyat
esbab-ı mucizesinde kültürün halkı hakimiyet altına almaya
yaradığını söylediğinden beri, bu işleve tek bir
Orhan ihanet etti.
Hainlere af yok.
Yaşasın
kültür inkilabı! Kahrolsun melun Kautsky, pardon orhan.
3-
Tarihte
hiç kimse yasalara saygı gösterdiğinden dolayı mevcut bir rejim
içinde yaşamayı kabul etmemiştir. Zira, ne Romalı köleler
toprak yasalarına bağlılıklarından sistem içinde
kalmışlardır; ne de Bizanslı plepler ve kolonlar. Patricilere
Romalı asil saygınlığını kazandıran ve
koruyan elbette pretorların emrindeki kızgın demir ocakları
ve kölelerin çıplak bedenleri üzerine uygulanan yalınkılıç
işkencenin vazgeçilmez cazibesiydi.
Zorla kazanılan saygınlığın
asilce sürdürülmesidir ki, nazik hanımefendilerinin ince zevklerine uygun
sanat şahaserlerini yaratmıştır.
Ve bugün bir Roma sanatı, kültürü,
edebiyatı, estetiği, zevki ve mimarisinden bahsedilecek ise, hepsi bu
kızgın demir damgasıyla dağlı her mukaddes
pqaryanın işkencesine bağlıdır.
Her büyük medeniyetin gösterdiği
sanatsıl-kültürel başarıyı gösterecek ulusların,
tekniğini borçlu oldukları kişilerin onursal paylarını
unutmamaları gerekir. Ve yeterince teknik çalışmayan
çağdaş pretorların bir an dikkatsizliğiyle, eyvah
sanatın içine Orhan sızdı-cennete yılan girdi.
4-
Giovanni
nin Masumların Katli heykellerinde alçaklığa yöneltilen
cesurca aşağılamalar dahi köşe dönürü
çağdaş-beyaz-proteston sanat elitini uyandırmaya
yetmediğine göre, işte son sözü Orhan söylüyor: BAK PETE NON DOLET *.
Evet baylar uyun davete. Orhan kendini parçalayarak
yolunuzu açıyor ve gerçek bir sanat için son sözü söylüyor! NON DOLET.
*-
Pete, özgürlük için ayaklanan Romalı bir asildir. Yenilir ve ölüme mahkum
edilir. O zaman idam olmadığından, halkın gözü önünde
kendini hançerlemesi gerekmektedir. Pete infaz günü buna cesaret edemez. Onu
çok seven karısı hançeri kendi böğrüne saplayarak kocasına
seslenir. Bak Pete non dolet, yani, bak Pete zor değil, acıtmıyor ki, der.
GERÇEKLER
SAPTIRILMADAN TAMAMEN TAHRİF EDİLMİŞTİR!
Paul
Johnson, Yahudi Tarihi, Pozitif Yayıncılık,
Aralık 2000
P.Johnsonun Yahudi Tarihi sadece Yahudilerin tarihi
değil, tüm insanlığın tarihi. Bugün
yaşadığımız dünyayı temelden etkileyen tüm
normların tedricen, nasıl oluştuğu hakkında zengin
kaynaklarla dolu. Konusunun temel
eserlerinden biri.
1-
Din, Tarih, Etik
Yazarın
detaylı araştırmalarından anlıyoruz ki, Sümer ve Babil
tabletlerinde yazılı olay
ve yasalar hemen
hemen aynen Tevratta kaydedilmiştir. Birincilerde,
kaynağını doğa ve
toplumdan alan yasa ve olaylar; ikincisinde Tanrıdan almaktadır.
Örneğin, bir Babil kralınının tufandan kurtuluş
öyküsü, aynen alınmış ve fakat Nuh peygambere mal edilmiştir.
Değiştirilen
tek şey mehazdır. Din: tarih artı etiktir.
Gerçekler
saptırılmadan aynen tahrif edilmiştir. Bu öyle küçümsenecek bir
şey değildir. Zira en azından dini tarih yazımında
gerçekler korunmuş ve fakat bundan etik dersler çıkarılmaya
çalışılmıştır. Dinsel tarih yazımı etik
bazlıdır. Bu kötü mü ?
Oysa, milli tarih,
hakikat temeline hiç bağlı kalmamış, kendine uygun yeni bir
kök hakikat yaratmıştır- yapay aklileşterilmiş bir
hakikat. Bunu ise dilsel bir yapıbozumu ve tarihsel köksökümü ile soykök
hakikat icat ederek başarmıştır.
En azından
milli tarih yazımının en önemli ismi E.Renanın görüşü
böyle. O ulus- devlet olmanın tutkalı tarihi yanlış
anlamaktır der. Hakikatin tahrif edilmesi değil, tamamen
geçmişe yönelik olarak yeniden inşası: hakikat olmayan bir
hakikat- efsane.
İlahi-dinsel ve
ulus-devletçi tarih bakışı arasındaki mücadelede hangisinin
uzun soluklu olacağı, tarihin epistemolojik öznesine teorik
bakış tarzına bağlıdır. Zira ancak tarihi olan teorik, teorik olan tarihidir.
2- Mücadele şimdi mi? Devlet-
Laisite.
Davut peygamber, ilk
İsrail imparatorluğunu kurdu. Kendisi kral, peygamber ve papaz
titrlerini üstlenmişti. Şölyle
bir ikilem oluştu: Devlet ve din birbirlerini zaafa uğratmadan
birlikte varlıklarını sürdürebilecek mi ? Dinin gerekleri
uygulandığı taktirde, devlet fonksiyonları
aşırı ölçüde zayıflayacaktı.Diğer taraftan devlet
kuralları normal seyirlerini izlediği taktirde, devlet dinin özünü
emerek, sterileze edebilirdi (sh.58).
Anlatılan
nedir? Devlet- din ilişkileri. Laisite sorunu
sanıldığı gibi, bugün ortaya çıkmış sosyal
bir olgu değil. Devlet devlet olalıberi, onun fiili pratiği ile
ile ilahi vahyin kuralları hep çatıştı. Birtakım krallar
kendi örfi yasalarını vahiy olarak lanse ettiler ise de, Hz.
Muhammedden sonra bunun olanağı kalmadı. İslamiyet bir
devlet ve yönetim biçimi vaz etmemekle isabet etti. Musevilerde ise, ya
krallar peygamber ya da aynı anlama gelen peygamberler kraldı. Ama
anlıyoruz ki, din hiç de öyle ayakları havada, mücerret değil,
bizzat politik yaşamın acil ihtiyaçlarının aracı oldu.
Bu bakımdan
Humeyninin din siyaset, siyaset
dindir tezi tek tarihi tez olarak kalmaya devam eder.
3- Exodus: Kavim ve Ulus
Diğer semavi
dinler bir kavmiyet anlayışı içermez. Hatta islamiyet kavmiyetçiliği
bidat kabul eder. Oysa, ne oldu da,
Musevilik hem bir kavim hem de bir din olarak var oldu.
Bunun nedeni,
İsraillilerin bir exoduslarının-
çıkışlarının olmasıdır. Çıkış
Hz. Musa önderliğinde, Mısırdan gerçekleşti.- iyi fikir!
Anlaşıldı ki, bir ırk veya kavmin birliğinin
sağlanması için bir çıkışa ihtiyaç vardır. Eski
bir altın neslin asrı saadeti
yaşadığı, ahlaklı, faziletli, marifetli, irfan dolu
bir çağ ve yerden, ari bir kökten fışkırma. Örnek- Musevi
tarihinde mevcut.
Avrupalılar
aryan bir kök ve Hindistanı baz aldılar. (Herdel ve Renana göre:
Özü güzel, sözü güzel, adı güzel bir kök.). Biz Orta Asyadan istim
aldık. İyi bir ulus olmanın temel fikirleri Yahudi tarihinde,
ama bu aynı zamanda bumerang gibi kendilerini hedef alan bir tarih ( ki
ırkçılık Almanyada aldığı biçimiyle Yahudileri
vurdu). Kader: Bir şeyin yok oluşuna, onu var eden aynı
koşullar yol açar. Tıpkı, giyotini ilk bulanın giyotin
kurbanı olması gibi.
4- Tanrı kral- Akd- Akr.
a- Öğreniyoruz
ki, eski çağda aile içi birliğin sağlanması için genellikle
en büyük evlat tanrı rolünü üstlenmektedir. Fakat bu rol alınıp-
satılabilmektedir. Ama bir akit ile- örneğin üç keçi
karşılığı kardeş- tanrı hakkımı
filana devrettim gibi. Tabii burada akde sadakat şart. Roma hukukundan çok
önce- culpa in contrehendo.
b- Kabilelerin
dış saldırılara karşı korunması için
birleşik-kabile federasyonu şeklinde örgütlenmesi gerekiyor. Kimin
önderliğinde, tabii ki tanrı-kral rolünü üstlenecek birinin
önderliğinde. Böylece gerçek bir devlet realize oluyor. Tanrı-
krallık daha sonra peygamberlik olarak revize ediliyor.
Krallıkların kurulması ve monarşiye evrimi ile,
peygamberler bu işten beri hale geliyor. Tek istisnası belki de,
Hz.Muhammed- monarşik bir ortamda doğmadığı halde,
böyle bir krallığa tevessül etmemesidir.
c- Akr denilen,
içinde On Emir bulunan sandığın savaş alanlarına
getirildiği ve korunmasının istenildiğini öğreniyoruz.
Bu da kutsal emanetlerin, kavimlerin manevi savaşçı gücüne
katkısını öğretiyor. Savaş Mescit-ül Aksa
civarında halen devam ediyor. Tarihsel bilinçaltı böyle bir şey
mi acaba!
Unutmadan şunu
da ekleyeyim ki, Kuran-ı Kerimde hak peygamber olarak kabul edilen Musa,
Süleyman gibi tüm peygamberler İsrail kralı idi ve hep Filistin ile
savaştılar. Orwellin 1984ünde anlattığı gibi- sizi
fizik ve moral açıdan uzun süre tahrip eden birine mutlaka aşık
olur, seversiniz. Aşk da böyle bir
şey mi dersiniz?
5- Tarih: Anti etik ve anti hümanist.
Süleyman peygamber ticaret
gelini takip eder gereği, kızını putperest Mısır
Firavununa verir
-Büyük bir harem
kurarak, haremi monarşist poligaminin ayrılmaz bir parçası
haline getirir ve bu gelenek devam eder.
-Bulmaca bahislerine pey
olarak fethettiği şehirleri sürer.
-Fildişi ve silah
ticareti yapar.
-Corvee,yani zorla adam
çalıştırma kuralını uygular. (Bu kural
Mısırda İpuri denilen Yahudilere yer yer
uygulanırdı.)
-Vergileri dayanılmaz
oranlarda artırdı.
-Putperest karısı
için saray yaptırdı.
Ama tüm kutsal kitaplarda
bize, O adil, ahlaklı, masum, fazilet ve marifet sahibi bir
elçi olarak sunulur. Bu
nasıl sağlanmaktadır? ETİK
SAYESİNDE.
Buradan anlıyoruz ki,
en acımasız ve vahşet içeren siyasal bir pratiği makul ve
kabul edilebilir hale getirmenin ( buna sık sık sağduyu
deniliyor) yolu etik teorisidir. Etik ve iktidar bağıntısı çok
açık görülüyor: Her etik vazı
bir iktidar vazıdır, her etik teorisi bir egemenlik öğretisidir ve her etik
bir iktidar biçimidir. Etik bir rejimin meşruiyet girişimidir. Gerekli
midir?- orasını Allah bilir.
Evrensel insanlık
idesine aykırı düşen ve temelinde vahşet ve alçaklık
yatan olgular nasıl erdeme dönüştürülmektedir. Bunun tek bir yolu
var; hakikatin ters yüz edilmesi ve yanılsama yolu ile sağlanan
ussallaştırma. Ussallaştırmayla sağlanan algıda
seçicilik yani ideoloji. Zira, fiili pratik unutulur ve söylemin düzeni
düzenin söylemi haline gelir. Tüm ideologlar bunu Yahudi tarihinden mi
öğrendiler acaba?- sanmam.
Ahlakçı olan
ahlaksızdır. Her yanılsama bir ussallaştırma ve her
ussallaştırma bir yanılsamadır. Böylece meşruiyet:
Yanılsamaya dayalı ussallaştırma. Bunu etiğe
borçluyuz.
Bu hangi mekanizmalarla,
nasıl oluşmaktadır? Johnsonun eseri bunun örnekleriyle dolu.
Diyelim Davutun 80.000 kişiyi
zorla çalıştırması insanlığa sığar mı?
Sorduk. Cevap: Ama o hiçbir ayrım yapmadı, herkesi çalıştırdı.
Devreye hadisler girer ve birkaç pilot örnek- ülkenin en zengininin oğlu
da çalıştırıldı.
Kutsal kitaplarda
anlatılır: Hızır aleyhhisselam iki çocuğu öldürür.
Musa sorar, neden öldürdün zavallıları, diye. Hızır, ben
onları öldürmesem onlar miras için anne-babalarını öldürecekti
der. Tevratta anlatılır Tanrı Musaya Kenan diyarını
vaad eder ve orada var olan herkesi öldürme yetkisi verir. Musa kadın ve
çocukların durumunu sorar. Tanrı, zürriyetin kaderi o kişiye
bağlıdır, onları da öldürebilirsin, der. Ebussuud
Efendinin Alevi katline yönelik fetvaları da aynı yönde. Evet tüm
bunlar nasıl haklı kılınabilir- etik bir modla.
Davutun neden büyük bir
harem kurduğu sorulduğunda ise şöyle denir; ama O hepsine adil
davranır, herbirine aynı süreleri ayırır, eşit
şefkat gösterirdi. Davut almasa idi, zaten çoğu aç, açıkta,
iffetsiz olacaktı. (Unutulan,
aynı durumda yüzbinlerce daha kadının olduğudur.)
İzah edilmeye
çalışılır ise her şeyin makul bir izahı
vardır. Yanılsama: Mutlak bir bilinç düğümlenmesine
uğrayarak, sadece işin adalet yönü üzerinde dururuz bu da etik
kuralı.
Oysa tarihin fiili
pratiği, yani kanla ve gözyaşıyla, zulümle ve tehcirle, sürgünle
ve köleleştirmeyle, ateşle ve barutla, kılıçla ve
soykırımla hayatın
kendisi anti etik ve anti hümanisttir.
Kendisine dayanmış
olduğu tarihsel hakikatin tersyüz edilerek tahrif edilmesi ki bu tek
yoldur- biryana, tüm vahşeti durdurma çağrısı nereden
gelmektedir- yine etikten. Yani olanları unut, bundan sonra ahlaklı
ol!
YAZAN
: MURAT DEVRİM