HER BEN BİR ÖTE BENDİR.

                        YA DA YÜZLER VE MASKELER İLE

                        TÜM ÖLÜLER  ASLINDA AYNI KİŞİLERDİR.

 

Her toplum ister istemez üyelerinin “objektif bilgisinin” bir parçası olarak kimlik dağarcığı taşır. Böylece tabii unsur olarak doğmakla bir kimlik sahibi olarak, kim olduğumuzu bilir, bu bilgiyi içselleştirmiş olarak, başkaca bir bilgi aramadan, basit bir murakabe ile kendimizi yönetiriz. Bu sıkıca “içselleştirilmiş idrak ve duygusal yapı alternatif bir yönetimi gereksiz ve hatta imkansız kılar” (Peter Berger, “Bilgi sosyoljisinde bir problem olarak kimlik”). Böylece sosyal olarak meydana getirilmiş bu dünya bizim için olası tek reel dünya olur, fert bu yolla tüm fiillerini anlamlandırmak derdinden  kurtulmuş ve her türlü davranışı için meşruiyet zeminine kavuşmuş olur. Kimseye verecek bir hesabı yoktur artık. Vicdanı da rahattır.

 

Amerika’da sosyal psikolojinin alanına dahil edilerek George Herbert Mead tarafından detaylıca yapılandırılan kimlik problemi, artık günümüz dünyasında küresel hale gelmiş oldu. Esasen, Fransız İhtilali’nden itibaren kurulan bir milli kimlik hayli yol almıştı.

 

Ferdin kendini yukarıda belirttiğmiz gibi bir klan, topluluk, ulus, din, mezhep, aşiret, sınıf, katman ve bunlarla bağlantılı olarak bir ideolojik mensubiyet ve aidiyet ile konumlandırması büyük sorunları da birlikte getirdi. PEKİ BU AİDİYET HİSSİ NASIL YARATILACAK?

 

İlk sorun, ortaya çıkan muazzam etnosentrizmdi ( Dünyaya ben/biz merkezci bakış). Böylece dünya, toplum ben-öteki, biz-ötekiler, biz grup-öteki grup olarak ayrıldı. Biz grubun kültürü, değerleri, yaşam tarzı, örf ve adetleri, etiği, yapış tarzları “öteki”ne üstün olduğu varsayımı bir inanç halini aldı. Bunu yapmanın bir yolu da ötekini aşağılamaktı tabii.

 

(Türk filmlerindeki hizmetçi arap bacı, İttihat ve Terakki’den günümüze Arap karşıtlığı ve düşmanlığı- zira kabul tarzına göre onlar bizi kurtuluş savaşında İngiliz ile bir olup arkadan vurmuşlardır- temelinde Türk kimliğini oluşturma çabalarının bir ürürnüdür. Yeşilçam MİT denetiminden hiç uzak değildi).

 

Konuyu ilk inceleyenlerden biri olan sosyolog W.G Sumner’e göre bu çifte bir moral standarda yol açar: “iki çeşit ahlaki kod ve iki grup töre vardır, biri içerideki yoldaşlar ve diğeri dışarıdaki yabancılar için” (Aktaran S. Köneig “Sosyoloji” sh.216. ütopya yay.) Dışarıdakiler söz konusu olduğunda “ öldürmek, yağmalamak, kanlı intikam, kölelik ve kadınları çalmak hüner sayılır, fakat içeride” (a.g.e. sh.216) bu tür şeyler kesin olarak ahlaksız sayılır ve ağır yaptırımlar uygulanır. Eski Moğol ve Türk genslerinde durum böyleydi. Hatta Tayiç kabilesinin ölümcül takibinden ancak himalayaların ıssız Kentey dağlarına sığınıp, kuş avlayarak yaşama savaşı veren Cengiz hanın at hırsızlığı yaparak kendine küçük bir aşiret oluşturmayı başardığı, bununla biz grupta büyük bir onur kazandığı bilinir. Aynı şekilde Merkitler tarafından basılarak, karısı Börte’nin kaçırılması ile, şef Toktoğa’da kendi aşireti içinde aynı saygınlığı kazanmıştı. Börte sonra geri alınmış, ama büyük oğlu Çoçi’nin nesebi konusunda Cengiz han hep bir kuşku taşımıştır. Cengiz’in kazandığı bu onur, ona dünyanın en büyük imparatoru olma yolunu açacağını kim bilebilirdi.

Örnekler sayısızdır; J. Finot “Irk ayrımı isimli” kitabında, Fransız edebiyatında Fransızları inceledi. A.Frans’tan M.Proust’a kadar tüm yazarlar için, “Fransızın zihni açıktır, sentetiktir, sevgi ve kurallara saygı ile doludur”.  Diğer uluslar ise daha aşagı duruma itilmiştir. Bu hemen hemen evrensel idi, Romalılara göre kendi dışındakiler barbar, Musavilere göre, diğer dinler kirlenmiş ..vb. idi.

 

Sonrası Allah kerim. Herkes Yugoslavya’nın başına gelen içler acısı olayları, Ruanda’nın ölüm tarlalarını, Doğu Timör’de vahşice olayları, Stif katliamı, Çeçenistan’ın insansızlaştırılmasını,  Yahudi holacoust’unu, Sivas yangınını az çok hatırlar herhalde.

 

İkinci sorun ise, gerisi Allah kerim değil. Herkese verilecek bir hesabınız var. Hiç kimse kendi masumiyetini kendi meşruiyetinden ve vicdanından alamaz. Sizin bir kimliğinizin olabilmesi için “ öteki” nin de sizi “öyle” adlandırması gerekir. Ben Türküm ya da museviyim demeniz yetmez, karşıt muhataplarınızın da evet öylesiniz demesi gerekir. İşte kimlik oluşumu için yok etmek istediğiniz ötekine muhtaçsınız. Yoksa bir kimliğiniz olmayacaktır. Tıpkı, mümin olmanın bir takım kimselerin mürted, ortodoks olmanın heretiklerin varlığı, Tanrının inayetinin şeytanın hileleri, rahmani ruhun şeytani ruhla, yen’in yin’le var olması gibi. Bir real controversy olarak artık elimizdesiniz.

Hitler’e Daily Sun Gazetesiyle yapılan bir mülakatta, Yahudileri topyekün tahrip edip etmeyeceği sorulur. Cevap çok ilgiçtir: “Alman ulusunun varolabilmesi için bir miktar Yahudi’nin teorik ve pratik olarak varlığı şarttır” der. Öyleyse kimliğimiz diğerlerinin bize verdiği cevapların yankısıdır. Bir kimliğimizin bir yanı kendinden, eyleyen, akdeden içsel süreçte oluşurken , diğer yanı devamlı ötekilerle eyleyen bir bir süreçte oluşan, bu nedenle de çoğul ve devingen yanıdır.

 

Bir ingiliz kapıdaki birine “who is he?” diye sorduğunda aldığı cevap I değil me’dir. İşte bu me, I dan farklı olarak benin (self) öteki ile ilişkiye giriş biçimidir. Türkçe de “to be” yardımcı fiili olmadığı için bunu anlatmak zordur. Esasen şu kimlik zaten gavur icadıdır.

 

Gerçi şimdi gavur icadıdır diye TV seyretmeyen tek gerçek müslüman da kalmadı ya. Hiç yoksa öyle bir gerekçeyle çağın en büyük vebasından korunsaydık bari.

 

KİMLİK : Kim nasıl yapar ve sponsoru kimdir.

 

“ölen tüm kişiler aslında aynı kişilerdir”

 

Peki, nasıl oluyor da şahıslar kendilerini bir etnisiteyle , ulusla vb. aidiyet ve mensubiyet içinde sayıyorlar.

 

“Bu, toplumsallığın işleyişi içinde, insanlar bir araya gelip yeniden ayrılırken, güçlerini birleştirip dağıtırken, anlaşmaya varıp bu anlaşmalarını bozarken, kendilerini biraraya getiren bağ, sadakat ve dayanışmalarını toplayıp bunları yeniden dağıtırken, kendi kendisini inşa ediyor , kendi kendisini bozuyor ve farklı bir biçimde yeniden inşa ediyor. Biz bu kadarını biliyoruz. Fakat geri kalanlar – yani bütün bunların sonuçları ise açık olmaktan uzak”  (Zygmunt Bauman “Parçalanmış Hayat” , Ayrıntı, 2001 sh. 31.)

 

Bu kadarı yeterli değildir, Bauman’ın iyimserliği bir Zulu’yu zevkle boğazlayan Kulu’nun iştahını açıklamaz. Burada devreye giren en önemli mekanizma ölüler ve onların çığır açıcı efsanevi hayatlarının kollektif hatırlama biçimleridir.

Zira ideolojiler geçmişimizin ters yansımalı bilincidir. Ve başımıza ne geldi ise önemli adamların mezar taşları yüzündendir. Çünkü tüm mühim şahsiyetler orada. Elan hala “hafızın kabrinde her gece bir gül açmakta, her gece bir bülbül ötmektedir”.

 

Olanca yalnızlığımız, bencilliğimiz, soyut ve tekbaşılığımıza , mekanik ve sizofrenik uyum süreçli herkesten ve herşeyden şüpheci- yalıtık paranoyak yaşamlarımıza rağmen; onca mülkiyet tutkumuza rağmen, ortak olan, bize ait olmayan kollektif olan tek şey HAFIZAMIZDIR.

 

Kollektif hafızanın ve hatırlamanın gaspı ile bunun sosyal mülkiyete dönüştürülmesi bireysel hafızanın kaybı ile atbaşı gider.  Geçmişte erdem ve ahlak timsali olan altın bir neslin varlığı, onların imrenilen asrı saadetleri, idolleştirilen ve efsaneleştirilen kahramanların imgesi, o topluluğun başına gelen büyük travmaların hatırlatılması ile yine yok olma paranoyası üzerine kurulan savunma refleksi...vb aracılığı ile tek ve ortak hafızaya sahip olmamız sağlanır. Hafıza gasbından anlaşılmak gereken budur.

 

Sonuçta hafıza legal bir olgu olarak kalmıyor, cisimleşerek tarih de oluyor. Napolyon’un deyimiyle “hepimizin üzerinde anlaştığımız yalanlar” toplamı olarak kurulan bu tarih geri dönüp kimliğimizi yeniden kuruyor. Aforizmalarla ilerleyen bu tarih mevcut hegomanyaya ve egemenlerin amaçlarına uygun olarak yazılmaktadır. (S.A: Duncan Hümanite say 3, sh. 193 de, bu nedenle kimlik oluşumu konusunda hepimizin zorunlu olarak yapısalcı olduğumuzu ileri sürer ).

 

Büyük tarihçimiz Fuad Köprülü, tehlikenin farkında olarak  Barthold’un “İslam Medeniyeti” isimli kitabına yazdığı önsözde, bu tarz tarih anlayışını ROMANTİK TARİH olarak adlandırıp, tarihin kimsenin yalancı tanığı olmaması gerektiğini ileri sürer.

 

Hafızayı belirleyen yasalar, politikanın yasalarından daha katı, bağlayıcı ve deterministtir. İşte Tevrat’tan başlayarak ilk çıkış (Oxodus) efsaneleri tüm ulusal kimlik oluşumlarında neredeyse evrenseldir (hatta Ergenekon çıkışı hem Türkler hem de Moğollarda ortaktır. Telifinin kime ait olduğu ise belirsizdir).

 

Avrupalıların Hindistan çıkışı böyle bir şeydir (Kimliklerin oluşumunda dilin belirleyici rolünü burada anlatmayacağım ama, E. Rennan ve Dilthey’in uzun uğraşları ile, Avrupalılar kendi kutsal kitap dilleri ve sami ırkını öylesine aşağıladılar ki, Dilthey sadece hint dili sanskritçeyi öğen 5000 sayfaya yakın yazılar yazdı. Sırf çıkış ve menşei savunması adına. Böylece latin ırkı doğmuş oldu).

 

Yine, İslami yazarların her fırsatta sahabelerin, tasavvufçuların zühd içinde yaşayan sahabelere (örnegin Hasan Basri ve Rabia) gönderme yapmaları, bu kimliğin oluşumu için ne kadar zaruri ise, Finlilerin Kalevela destanına, İngilizlerin Yuvarlak Masa şovelyelerine, İsraillilerin Davut Mabedinin yıkılışı, Hitler soykırımına referans etmeleri o kadar zaruridir.

 

Bir Amerikalı için, Amerikan olması İlk göçmen gemisi olan “Myflower” da analarının meşakkatli yolculuğu (bunlar kurdukları dernekle halen ABD’nin asli sahipleri olduğunu iddia ederler), şanlı 1794 devrimi, kurucu bilge babalar, sınırda yaşayan cesur adamların ( bizim akıncılar gibidir bunlar) ın batıya şövelyece yürüyüşleri ( bu arada kızılderili katliamı hiç anımsanmaz), Pearl Harbour baskını ve bu travma ile birleşen ulusun özgür dünyayı kurtarışı, Dünya ticaret merkezinin bombalanması ve 11 eylül’ün yarattığı tasa, umut, utku ve kader birliği olgusu ile açıklanacaktır.

Böylece zaten gerekli tüm ötekiler de açığa çıkmaktadır.

 

Efsane sürekli kendi kendini üretmekte, imge ise sürekli tedavül etmektedir. Bizde Ebu Müslüm ( ki arap olup sonradan Türkleştirilmiştir) hem Türk hem islami kimliğin imgesi olan efsenedir ve iki kimliğin oluşumunda çocukken okuduğumuz ilgili metinlerin rolü yabana atılamaz. Ebu Müslüm’ün Türkleştirilme nedeni ise, Türkler’in hem gerçek müslüman hem de islam’ın gerçek hamisi olduğu tezi içindir herhalde. Demirci Kava da böyle bir şahsiyettir.

Dahası, olanca enternasyolliklerine rağmen, bence en milliyetçi, hatta şoven denilecek kimlik inşaları eski sosyalist ülkelerinde yaşandı. Bulgaristan’da bir osmanlı askerini (sebebi de belirsizdir) öldüren bulgarın heykelleri dikildi.

Son olarak şunu da belirtelim ki, eski ulus ve milliyetçi kimliğin oluşum sürecinde hafıza gaspı daha yerel, otantik ve pastoraldi, şimdi ise bu gasp küresel güçlerce zaptedildiğine göre, hafızalarımız da globelleşmektedir. Dikkat öneririm!

Ara başlık:

Peki bu hafıza gaspı statik midir, değişikliğe uğrar mı ? ya da şahıslar geçmiş olayları hep aynı şekilde mi anımsarlar?

“Gerçeğin nasıl bozundurularak hatırlandığı, belki de bozundurulduğu için hatırlanabildiğine “ bir örnek , 28 temmuz 1938 yılında , Van Özalp ilçesi Galiyeseyfo deresi 356 nolu sınır taşında “sınır kaçakçılığı” yaptıkları gerekçesi ile kurşuna dizilen 33 köylü ile ilgilidir.  Çünkü geçmişi hatırlamak sancılıdır, hesaplaşmayı, kırılmayı, kanama ve yarılmayı göze almak gerekir. Böylece geçmişin oluşum biçimi değil, söz konusu olan onun bugün hatırlanış biçimidir.

Dç. Dr. Neşe Özgen, “Toplumsal hafızanın hatırlama ve unutma biçimleri 33 kurşun” isimli çalışması bu hatırlama ve unutma biçimlerine ilişkindir. Aynı olay bir dönem CHP’nin köylülere zulmü, 1970’lerde sol siyasi hareketler için Ordunun Halka baskısı, 1980’lerden sonra birden bire Türklerin sömürge halkına (kürtlere) karşı tenkili şeklinde algılandı. Köylüler birden halk, daha sonra ezilen ulusun direngen unsurları oldular. ( A. Arif’in 33 kurşun isimli şiiri buna açık örnektir.) . Belki de bu insanlar sadece ailesinin nafakası için riski göze alan sıradan insanlardı. Bilemiyoruz, zira onlar artık sözkonusu olan , geçmiş olayın oluş biçimi değil, onun bugün egemen söyleme göre hatırlatılış biçimidir. Çünkü, söylemin düzeni hep düzenin söylemiyle özdeştir.

 

Ama ölen bu kişiler ve tüm kişiler aynı kişilerdir aslında.

 

Diğer bir örnek, Hz. Ali efsanesinin tedavülüdür. Hz. Ali Anadolu alevilerinin tarihsel tercihlerine göre, kat mazlumların sesi, kah kahraman fütuhhatçı, kah laik, kah demokrat-ilerici, şeriatın korkulu rüyası, hatta 40’lar olayına göndermeyle sosyalist olarak algılandı ve hatırlandı. Oysa, O’nun gerçek kişiliğinin artık hiçbir önemi yoktur ve aslolan efsanenin kendi kendini – onu kült haline getirenlerin yaşamsal çıkarlarına ve politik tercihlerine göre-yeniden üretiş biçimidir. Oysa Hz. Ali İran’da imametin temsilcisidir.

Simge sadece kendisini imler ve efsane kendini her geçen gün yeniden yaratır. Zire, o bir foneix tir. Cafer-i Sadık Buyruğu’nda belirtidiği üzre artık söz konusu olan memsul değil, misalin kendisidir. “Biz memsülüz, memsülün misaliyiz, misaliz, misalin misaliyiz” der orada. Misal simge, memsul simgelenen demek. Simge o kadar önemlidir ki, Ali’nin posterleri hala (Fark edilirse İranlı ressamların elinde, dünyanın en yakışıklı jönü, aynı zamanda bir Canon kadar kıuvvetli, ama gözünde de sürme olarak çizlmiştir. Sürme her iki cinsi de temsil açısından önemlidir.) Michael Jakson’dan daha fazla satan tek kimsedir.

 

(Olmuş bir olay: Köy boşaltmaları sırasında, Tunceli’de alevi bir köyü de boşaltılır ve geçici olarak camiye yerleştirirler. Babayiğit bir çoban girmek istemez. Cami kapısına tutunur ve jandarmaların onca dipçiklemesine rağmen girmek istemez. Nihayet kan revan içinde, “bak İmam Hüseyin ben girmiyom onlar zorla sokuyor, gerisini sana havale ediyorum” der ve içeri girer. Burada, İmam Hüseyin öylesine güçlü bir şeriat karşıtıdır ki, Çoban, işi ona havale etmekle kimliğini kaybetme riskini atlatmıştır).

 

Bunun diğer iyi bir örneği de Auschwitz’de ki Yahudi soykırımıdır. Museviler bu olayı M:Ö. 721 yılında Kuzey Krallığının Asurlularca yıkılışı ve 586’da Babil işgali ve musevilerin Babil sürgününden sonraki en büyük travma olarak algıladılar. TANRI HOLACUSTTA SESSİZDİR. Ve artık bir çoğuna göre “Tanrı ölmüştü”. Çeşitli yahudi gruplar bu olay karşısındaki tutumlarına göre, kimlikleri ve gruplarını (ve hatta kelam ve mead öğretilerini) yeniden harmanladılar. Sonuçta kutsal teröre inananlar İsrail’i kurdular. Onlara kısaca şöyle denildi: “hafıza yoksa kimlik yok, kimlik yoksa ulus yok”, ulus yoksa devlet yok. Öyleyse hafızalarınızı keyfi, uluorta, rastgele ve hatta aşkınızın ızdırabına göre kullanmaya ne hakkınız var. Öyle olursa, yeni bir holacoustla karşılaşmayacağınızın gerekli teminatını kim verebilir size. Nedenle hafızanızı size bir ulus vaad ve temin eden biz yönetici elite terk etmeniz çıkarınız icabıdır. (Buna osmanlıda ölümü gösterip sıtmaya razı etme taktiği deniliyor) . Bu konuda iyi bir çalışma için bkz Muhsin Akbaş “Yahudi Düşüncesinde Holocaust ve Tanrı", Ayraç yayınları.2002, Ankara.

 

                        KİMLİK VE KİŞİLİK.: KİŞİLİĞİ OLMAYANIN KİMLİĞİ OLAMAZ.

                             "Yanlış olan şeyleri doğru gibi göstererek

                            insanları aldatmak için şaşırtıyorlardı.

                              Evlerin yanmakta olduğuna inandırıyorlar,

                    oysa evler yanmıyordu;

                             onlara balık dolu bir göl gösteriyorlardı,

                                        oysa bu bir göz yanılmasından başka bir şey değildi;

                         birbirlerini öldürüp parçalıyorlardı

                                            ve yaptıkları şeyler görüntüden ibaretti ve

gerçek değildi."

 

                                         POPOL VUH (Mayalar'ın Ölüler Kitabı)                                                                                                             "ikizlerin        Tanrısallaşması"

 

Kimliklere sayısız olarak çoğaltılabilir. Sadece Türkiye’de yatay ve dikey bölünme ile 250’den fazla etnisite kimliği ortaya çıkmaktadır. Kimlik Hegelci terimle salt arı niceliktir. Bu sayısı ne kadar artarsa artsın, nitelige dönüşmez. İnsanın, bir insan olarak, kişinin kendisi neyse olduğu, Kızılderili Kiova kelimesinin anlamı olan (aynı zamanda Colarado, Cansan ve New Mexico’da yaşayan kabile ismi) “ben gerçek bir insanım” ın betimlediği KİŞİLİK ise niteliksel bir olgudur.

 

Evet kişilikler olmadan kimlik olamaz ve hatta, erdem ve onuru olmayan, kelimenin tam anlamıyla yavşaklaşmış bir çok kimsenin, kendi kişiliksizliğini bir kimlik altında örtmeleri büyük olasıdır. Eğer mazlum bir ulusun üyesi iseniz, gaspçı, dolandırıcı hırsız, sahtekar olmanız tolarize edilebilir. Oysa kimliğiniz kazındığında altta tamamen tortulaşmış bir kişilik çıkacaktır, ama kimlik renginiz bunu hep örter, gizler, dekore eder. Sizin ne menem dışı kalaylı içi vayvaylı biri olduğunuzu kimse anlamaz bile, çoğunluğun rengi içinde, onun topoğrafyasında kamufle olup gider herşey. Sol siyasi hareketler 80’li yıllarda çözülünce, toz kondurulmayan nice yoldaşlarının filte filte olmuş kişiliğiyle yüzleşenlerin, hayal kırıklıkları görülmüştür. Fiks cümle şudur: yazıklar olsun, ben yıllarca bu insanla mı yan yana yürümüşüm. Aslında o insan kişi olarak aynı insandır, sadece kimliği soyulmuş, kişiliği belirmiştir, yani üstteki kırmızı boya kazınınca altta kahverengi bir tortu olduğu açığa çıkmıştır, takke düşmüş kel görülmüştür.

Evet,                           

 

"Yanlış olan şeyleri doğru gibi göstererek insanları

                                               aldatmak için şaşırtıyorlardı.

                                                     birbirlerini öldürüp parçalıyorlardı

                                                 ve yaptıkları şeyler görüntüden ibaretti ve

                                                                   gerçek değildi."

 

Kimliklerle perdelenmiş masumiyet duygusu, mazlum olmak size yaptığınız her şeyde haklılık duygusu veriyorsa, new age faşizme gidiyorsunuz demektir. Başörtüsü olayında aklı başında islami yazarların bazıları en azından şu uyarıyı yaptılar: Haklı konumda olmanız size her istediğinizi yapma hakkı vermez.

 

Tüm diğerkamcı varoluş biçimlerinin reddi, tüm yakınlaşma ve dayanışmaya karşı her şeyin ancak tüketici lehine düzenlendiği, önünüzü görmeden ama arkanızda iz bırakmadan çıktığınız çöl yolculuğunda, yalnız ama sıkı sıkıya kilitlenmiş evlerinizde nikbin ve en azından  üvendesiniz! Ama olası bilgi birikiminizi google’a, canınızın korunmasını devlete, malınızın korunmasını avukatlara ve sağlığınızın korunmasını doktorlara terk ettikten sonra geriye insanlık tarihi adına ne kaldı, sizin olan ne kaldı dersiniz. Sadece futbol, müzik ve canlı yayında savaş, yani kan görmenin çıldırtıcı vahşetinin haz verdiği parçalanmış, kompartıman zamanlarda kısmen yaşamaya hapsedilirken; kişiliğinizin Medeni Kanunda belirtidiği gibi bir cenin olarak anne rahmine düşüp, sağ olarak doğmakla başlayıp ölümle sona erdiğini mi düşünüyorsunuz. Siz artık her gün kişiliğini yeniden örmek zorunda kalan bir penelop gibi, yaşayan bir ölüsünüz. Zira kişilikler artık sadece kozmetik ve marketing. Kişilikler tüketimi değil artık sadece tüketim düzeyleri (para ve servet miktar..vb) kişiliği, saygınlığı belirlemektedir. Öyleyse Kişilikler marketing dir. Bu konuda bkz. Zygmunt Bauman, “ Parçalanmış Hayat” Ayrıntı, İst.

 

İngilizcede Identity hem özdeşlik hem kimlik anlamına gelir. Allahtan bizde ayrı iki kelime. Zira özdeşlik kişilikle ilgili niteliğe denk düşer. Böylece bizde niceliksel olan kimlik ile, niteliksel olan kişiliği anlatan özdeşlik ayrılmıştır. 

Roma’da Persona, tiyatro oyuncularının yüzlerine taktıkları maskenin ismiydi. Şimdi ingilizce de ve bir çok latin dilinde person kişi demek. Yani sizin maskelenmiş olan yanınız kişiliğinizdir denilmektedir. Doğuda durum tam tersi idi, ama artık bizde de TÜM MASKELER YÜZ TÜM YÜZLER MASKE HALİNE GELDİ.

Oysa bu coğrafyada Sartre’dan 700 yıl önce Molla Sadra’lar, Haydar Amoli’ler, Şebüsteriler, İbn Arabiler varoluş üzerine binlerce sayfa yazmışlar idi. İşte köklerinden kopmuş parçalanmış hayatlar bu anlamda kullanılmaktadır. İbn Arabi’nin self (benlik/kişilik ve varoluşu) ne güzel anlatır aşagıdaki satırlarda.

 

“Hamlığımdan kemalime / inhirafımdan itidalime

Yüceliğimden cemalime / cemalimden celalime

Ayrılığımdan birleşmeme /kaçınmamdan visalime (erişme, kavuşma )

Doğularımdan batılarıma / gündüzlerimden gecelerime

Işığımdan karalığıma / hidayetimden delâletime

Yer berimden yer öteme / mızrağımın bir ucundan öbür ucuna

......

Bahar rüzgârımdan dallarıma / dallarımdan gölgeme

Gölgemden nimetime / nimetimden elemime

Elemimden misalime / misalimden mualliğime ( yokluk, boşluk)

Mualliğimden sahihliğime ( gerçekliğime) / sahihliğimden itidalliğime

GEÇSEM DE DAHA BÖYLE NİCE HALDEN HALE BEN

VAROLUŞ İÇERİSİNDE BAŞKASI DEĞİLİM BEN BENDEN”

(İbn arabi “Nurlar Risalesi” İnsan 2004, İst,  sh, 67, 68)

 

 

Belki bu toprağın sesine kulak verilip, ontoloji felsefesi devam ettirilse ve olanca eşkiya bolluğu yerine biraz da nihilizm ve tregedya olsa kişiliksizleşme bu denli olmayacaktı. Evet, acilen bir ontoloji felsefesi ve nihilizme ihtiyaç var. “muhtaç olduğunuz kudret, ayağınızın altındaki toprakta mevcuttur”. Zira Hz. Ali’nin söyleyişi ile “ işin başı sonunda, geçmişiniz önünüzde ise, geleceğiniz ayaklarınızın altındadır” (bkz. Hech-ül Belega). Bu kadar eşkiya olup da bir tane nihilist olmaz mı! Hayrat ilmühali !

 

Yine Roma’da şimdiki hak ehliyetine denk düşen kişiliği kazanmak hayli müşkülatlıydı. Bir defa kadınsa manus altında olmayacak (koca hakimiyetine girmeyi reddedecek), patria potestas altında bulunmayacak (babanın mutlak hakimiyeti - baba en ufak bir usulsüzlük, yolsuzluk yapan oğlunu derhal pazarda köle olarak satabilirdi), İnfamia (şerefsiz) olmayacaktı. Eğer bir kimseyi dolandırmış iseniz, sayımda nüfüs kaydınıza şerefsizdir kaydı düşülürdü ve artık vay halinize.

 

Osmanlıda bırakın adam olmayı, sadece kayıkçı kalfası olmak için “bir müddet bir üstada hizmet edip, BAŞKA ÇIKIP, pir ve perver olup, yarar ve muhkem kefillerin olması gerekmektedir”. (Necdet Ertey, Osm Döneminde ist kayıkçılar, Kültür bak. Sh. 20.) Evet kaçınız işinizde pir ve perversiniz ve kaç kişi size muteber kefil olabilir, adam olmaklığınıza. Tabii, bir kadın ancak bu durumda gece saat 3’de tek başına güvenle bir kayığa binip karşıya geçebilirdi (Perver: beslayan, terbiye eden, koruyan  büyüten demek).

 

Hz. Ali’nin bir cümlesi ile bitirelim : “sana senin için gerekli olan her şey SENİN DIŞINDA, BAŞKALARINDA, başka yer ve vadilerde değil, yine sendendir. Fakat sen bunu yeterince bilmiyorsun. Sen her harfi özel bir dır ve her satırı bir yır açan bir kitapsın. Sen kendi kitabını okumayı bilmiyorsun... en büyük alem sensin ve kainat sende dürülüdür. Senin seni aşan ve senin dışına taşan zahiri ve harici hiçbir şeye ihtiyacın yoktur. Senin için gerekli olan her türlü bigi, bulgu, bilim ile ilgili fikir sende dürülüdür. “

 

Kişilik kazanmadan kimlikler edinmek, seks yapmadan taocu, Marks okumadan Maocu, Türkçeyi bilmeden milliyetçi, Kuran okumadan islamcı olmak bize mahsus olsa gerek.

 

Not: yazının hazırlanmasındaki değerli katkılarından dolayı Mustafa Cemal’e teşekkürler.

 

Dikkat tashih edilmemiş metindir

 

Av. Haydar Yalçınoğlu