PERDE : 3

SAHNE : 1

 

(Yıl 914 veya 915’dir. Hallac Sus şehri yakınlarında tutuklanır. Beşyüz arkadaşı ile birlikte seyahat etmektedir. Evlerinde Hz. Ali’nin resimleri ve anlamı anlaşılmayan bir takım resimler bulunur. Doğruca Bağdat’a getirilir. Dar-ül amme denilen adalet sarayının altındaki hapishaneye konulur. Halk galeyana gelir. Sokaklarda daha çok Hambeli isyanları gözükür. Zira o sıra halife ile Hambelilerin arası iyce açıktır. Şiiler tarafsız davranır, ama onların da iktidar ile sürekli bir çatışması vardır. Eski vezirlerden Şii ibn el Fırat ve Sünni Ali bin İsa tarafsız kalırlar. Hükümet veznedarı  Nasr el Kaşuri,  Hallac’ın dostudur. Halife Muktedir’in Türk kökenli olduğu sanılan annesi Seyyidiye veya Seyyide de Hallac’ın öldürülmesine karşı çıkanlar arasındadır. Bunun sebebi kısmen oğlunun başına Hallac’ı öldürmesi yüzünden bir bela gelmesinden  korkmasıdır. Zira Hallac tutuklandıktan  bir süre sonra halife hastalanır. Kısmen de destekliyor olabilir. Hallac ilk tutuklandığında vezir ibn İsa’dır. O sadece Hallac’ı halka teşhir etmekle yetinir. Ayrıca İsa, Şıbli’nin arkadaşı olduğundan dolayı Hallac’a fazla dokunmaz. Hapislik sekiz yıl sürer. Öldürülmesine, vezir Hamit’in baskıları neden olmuştur. Hapishanede Hallac ile en sık İbn Hafif, İbn Ata ve Şıbli görüşmüştür. Demir parmaklıklı bir hücrede kalır. İyice yorgundur. İbn Hafif ziyaretine gelir).

İbn Hafif        : Selam üstad.

Hallac             : Selam.

Hafif               : Tanrı’ya şükür sağsın, öldürebilirlerdi de seni.

Hallac             : Zaten kavuşmak ilmindeyim. Menzil ırak değil. Bir gün evvel bir gün sonra.

Hafif               : Daha çok lazımsın bize.

Bağdat sokaklarında iğne atsan düşmez yere. Sana karşı olanlar da, seni  savunanlar da sokakta, çarşıda, camide. Tartışıyorlar hepsi. Halife pes etmiş durumda. Duyduğuma göre yakaladıklarına bin pişmanlarmış. Bu kadar nümayiş olacağını tahmin etmemişler. Ordu teyakkuz durumunda.

Hallac             : Şii’lerin tavrı nedir ?

Hafif                           : Karışmıyorlar pek. Naib Osman bin Said’in mektubu çok kötü  bir etki bıraktı. Ama bilmem ki...

Hallac             : Hambelliler ?

Hafif               : Onlar senden yana tavır koyuyorlar.

Hallac                         : Halife ile çatışma içerisindeler yıllardır. Fırsat-ı ganimet biliyorlar. Ya Hanefiler?

Hafif                           : Onlar da tarafsız kalıyorlar. Biliyorsun üst kesim halife ile kol kola zaten, ama sokaktaki insanın gönlü senden yana.

Hallac             : Vezir ibn İsa’nın tavrı nedir ?

Hafif                           : Şıbli konuşmuş onunla. Onun demesi ki, Karmati isyanı yatışınca salı vermekmiş seni niyeti.

Hallac                         : Halife Muktedir, İbn el Fırat, Hamit, halifenin annesi Seyyidiye ne durumda. Seyyidiye Türktür. Her Cuma dinler insanların derdini. Halka kulak verenin zalim olmaz yüreği.

Hafif                           : Bildiğim kadarıyla en güçlü adam İbn el Fırat. Halifeye borç verir sık sık hazine boşalınca. O da karışmıyormuş bu işe. Bir yandan bağlı gözükür Ehli Beyt’e, diğer yandan eli hazinenin içinde. Muktedir zaten Hamit, el Fırat İbn İsa ve muhafız alayı komutanı Munis el Muzeffer elinde oyuncak. Yaşı daha çocuk zaten.

Seyyidiyenin ve veznedar el Kaşuri’nin senden yana olduğunu biliyorum. Ama ne kadar etkili olurlar bilemem, kurtlar sofrasında.

Ben zaten Kaşuri’nin özel izniyle geldim seni görmeye. Haa, Şıblı mektubunu almış, iletmemi istedi.

Hallac             : Karım ve çocuklarım nasıllar ?

Hafif                           : Nasıl olsunlar, onlar bu oyunda hiç yer almadılar; yer de almasınlar ya Hallac. Oyuna girdikleri anda zulüm görürler.

Hallac                         : Tevrat, Tesniye’de Rab Kenan illerini Musevilere ebedi yurt olarak verir. Musa sorur, yaşayanları öldürecek miyiz ? Tanrı evet der, çünkü onlar sapkınlığa düşmüşlerdir. Musa, çocukları ve kadınlarını ne yapacağız diye sorunca, Tanrı :

Herkes irsiyle sorumlu, onları da öldürün der.

Bin küsür yıl sonra, Kutsal kitapta sorumluluklar şahsileşti hiç yoksa. Tevrat’a kalsa şimdi karım ve çocuklarım da aynı akıbeti paylaşacaktı.

Hafif               : Allahtan henüz dokunmadılar onlara.

Hallac             : Yargılama ne zaman biliyor musun?

Hafif               : Kadılar hazırlık yapıyormuş. Bir ay sonra sanırım.

Hallac             : Beni ne ile suçlayacaklar, öğrenebildin mi?

Hafif                           : Bilmiyorum; yargılanıp yargılanmayacağın konusunda kadılar bir ön sorgu yapacaklarmış. Konu hep aynı değil mi? Zındıklık veya kâfirlik. Birinin canına kast etmek isteyince konu sabit. Deliller kesin, basit.

Hallac             : Ya mahkeme heyeti ?

Hafif               : Duyduğuma göre Hambeli ve Şafi mezhebinin temsilcileri alınmayacakmış.

Hallac             : Bu açık aykırılık değil mi mevcut şeriata ?

Hafif                           : Üstad, tahminimce çoktan verilmiştir karar devlet-i âlâda. Yargılama cellat öncesi oyalama turları. Ne fark eder kimin olduğu. Tefeci tüccarlar bile bastırınca parayı oluyor kadı bu memlekette. Görmedik mi bunları ? Sen tasalanma, soğukkanlılığını kaybetmiş görüyorum ilk defa. Bence bekleyecekler isyanların sorunu, ona göre bir karar verecekler. Şimdilik dokunmaları imkansız gözüküyor. Sen uzunca bir zaman buradasın. Hazırlan ecelinle ölmeye.

Hallac              : Ya, demek öyle,

Yıllardır vuslat için uğraşan

Kavuşmak yaklaşınca oluyor perişan,

ya vuslattan kaçan,

ecel yakasına yapışınca.

Hafif                           : Bunları koy bir kenara. Senden isteyenlere mektup yaz bolca. Bir de kitap hazırla. Ben çıkarırım bölüm bölüm. Hoşça kal şimdilik. Dertlerini unut, düşünme.

Hallac             : Hoşça kal, kal sağlıcakla.

 

                       (sahne kararır).

 

 

 

 

 

PERDE  : 3

SAHNE : 2

 (Aradan belli bir süre geçmiştir. Birden birtakım gürültüler duyulur. Eşkıya kapıda görülür).

Eşkıya             : (Demir parmaklığa dayanır) Nasıl açacağım bunu ?

Hallac             : Orası kapı değil, bak şurada kapı

Eşkıya             : (Kapıyı iter) Açık burası.

Hallac             : Açık ya, hayırdır.

Eşkıya             : Hayır dualarını almaya geldim. Bu nasıl hapishane, kimse yok. Bir iki kişi vardı tepeledik. Seni çıkarmaya geldim.

Hallac                         : Kapılar açık, ben çıkabilirim istediğim zaman. Zaten kapıları kaçmam için açık tutuyorlar.

Eşkıya             : Baba sen akılsız mısın? Neden bekliyorsun öyleyse ? Ben de günlerdir plan yapıyorum sana ulaşmak için. Senin niyetin ne ? Beni öldürtmek  mi? Hadi çabuk ol, kavuş özgürlüğüne. İşte fırsat.

Hallac                         : Ben özgürüm burada. Özgürlük insanın içindeki bir duygu, bağlı değil mekana.

Eşkıya             : Dört duvar arasında elin kolun bağlı. Götüreceğim seni buradan.

Hallac             : Duvarlar mahkum etmez insanı. Nice insan tanırım ben kafasının içi prangalı,                     

                        basireti bağlı, zincirlenmiş yüreği. Özgür sanar kendini. Nice insan var, elleri  

                        prangalı akılda ve yürekte yenebilmiş yalanı özgür. Özgürlük zaman ve 

                        mekandan mustağni bir duygu. Özgürlük bir ruh işi. Önce ruhunu özgür

                        kılmalı özgür olmak isteyen her kişi.

Eşkıya             : Bak baba, burası hapishane, tutsaksın burada. Fazla vaktim yoktur. Dışarıda bol bol dinlerim seni. Hadi çabuk ol.

Hallac             : Ben özgürüm içerde.

Kendilerine ördükleri duvarlarla mahkum kalan tutsaklar dışarda,

Sen var özgür kıl onları gücün varsa.

Eşkıya             : Bir şey anlamadım ama, özgür olsan dışarda  ne zarar.

Hallac             : Ülke dört tarafı çevrili bir mahpushane,

Her nefes aldıkça şerbetçe,

Zorbalar biter tepende.

Eşkıya             : Abartma baba yaa. Bana şimdiye kadar hiç karışan olmadı.

Hallac             : Eşkıya eşkıyaya ne diye.

Eşkıya             : Çok teessüf ederim, beni onlarla aynı kefeye mi koyuyorsun ?

Sen adam olmazsan baba. Ne diyeyim sana,

Onlarınki resmi soygun.

Benimkisi binbir zahmetli iş, hem devede kulak

Onlar doldurur kendi cukkalarını,

Ben beslerim en azından yüzlerce öksüz, yetimi.

Adam çalıştırırım yanımda,

Bir nevi işletme benimkisi

Ben gidiyorum, karar ver geliyor musun benimle?

Hallac             : Yolun açık olsun dostum,

Beni düşünme,

Yalnız bir tek öğüdüm var sana;

Kendine namuslu bir iş edin.

Eşkıya             : Haklısın, haklıysan da,

Muhafız alayına komutan olurum ben,

Ancak eldeki yeteneğimle ya da

Büyük çiftlikerde köleleri iknaya yarar gücüm.

Hangisini seçeyim, seçmek kendi elimde.

Muhafızlık teklifi almadığım değil birçok amir,

Bir çok toprak beyinden. Birçokları da iyi

Para kazanır köle nakliyatından

Sen seç benim yerime bana Hallac

Sana bırakıyorum kendi seçimimi.

Hallac             : (Düşünür) Kendi işinin efendisi olmak

en iyisi.

Seçimin en iyisi bile

Ya köle yapar; ya

İşbirlikçi seçeni.

Yaratan değilse kendi seçenekleri.

Eşkıya             : Öğüdünü tutacağım, Hadi hoşça kal.

Hallac             : Allah yardımcın olsun, hoşça kal.

 

                       (Sahne Kararır)

 

PERDE :3

SAHNE : 3

 

(Kapı yine açılır. Bu defa görüşmeye gelen halifenin annesi Seyyidiye’dir. O da hemen hemen Hallac’ın yaşındadır)

Seyyidiye        : Sabahı şeriflerini hayrola. Bölmedim ya duanı ya Hallac.

Hallac             : (Cevap vermez. Dua etmeye devam eder. Seyyidiye bekler)

Hayır sizin üzerinize olsun. Duanın her

Hecesi bir bütündür. Bölünmez zaten

Bölünen her parçası ayrı bütün

Bütünü bir parça. Kimin gücü

Yeter ki, en küçük bütünü böle.

Seyidiye          : Nasılsın ya Hallac? Sana iyi bakılması için emir verdim. İhtiyaçların tam olarak görülüyor mu ?

Hallac             : Benim bir ihtiyacım yok ki

Ne ihtiyacım varsa görülüyor zaten.

En ücra köşesi yok ki kainatın gözlenmesin

Görülmesin tek bir kelebek kanadının kıpırtısı,

Görülmesin bir tek yürekte sevinç pırıltısı

Seyidiye          : Benim demem, yeme içme ihtiyaçların yani.

Hallac             : Her şeyi ziyadesiyle veriyorlar, yemiyorum. Çünkü yedikçe acıkıyorum.

Seyidiye          : Daha çok göndereyim o zaman.

Hallac             : Benim demem o ki, söylenmiş bir sözdür;

Bir şehirde bir tek aç kalmayıncaya dek

Doymaz takva ve iman sahibi.

Seyidiye          : (Ne denilmek istendiğini anlar) Ya Hallac, emin ol ki, ben her Cuma halkı dinliyorum. Onlarca engele rağmen. Kimin ihtiyacı varsa karşılamaya çalışıyorum. Hali vakti yerinde olanları da yardıma teşvik ediyorum. Birçok kimse katıldı yardım kampanyalarına. Yığınla hayırsever zengin tacir var şimdi gönüllü yardım eden.

Bir fon ve komite kurdurdum engellemelere rağmen. İnan ki kolay olmuyor bu işler.

Hallac             : Biliyorum hepsini. Toplu sünnet törenlerini, aş dağıtma işini.

Hayırseverlik kimileri için bir görev, kimileri için ise eğlence haline geldi. Görev haline geldi çünkü, bu işten geçiniyor bazıları. Toplanan yardımların yarısı cebellezi. Eğlence haline geldi çünkü, yardım törenlerle yapılıyor. Yardım muhtaç olana şölenle verilmesidir muhtaç olandan çalınandan geriye kalanın.

Bak ya  seyyidiye, nerede bir hırsızlık ihtimali varsa, hemen orada bir komite kuruluyor. Görev ve yetki ihdas ediliyor. Hırsızlık ve rüşvet artık tarihimizin seyrini belirliyor.

Seyidiye          : Ne yapalım ya Hallac, Önüne geçilmez bir döngü bu. Yardım da yapmazsak ölecekler açlıktan.

Senin eleştirin çözüm değil ki mevcut duruma.

Hallac              : Asıl olan insanların bir kısmının hayırsever olmasını beklemek değil ki, bir kısmının açlıktan ölmemesi için. Mesele birilerinin yardım dilenmediği ve birilerinin de yardım etmek zorunda kalmadığı şartlarda yaşamanın gerekli koşullarını yaratmaktır. Tanrı günahlarını bağışlasın diye aç doyuran, çıplak giydiren kokona ve  kerkez sefilleri günahlarıyla baş başa bırakmak lazım ki, tekke düşsün kel görünsün.

Seyidiye          : Mümkün mü bu dediğin ?

Hallac             : Mümkün. Sahih bir hadistir ki; Hz Muhammed şöyle buyurdu : “Sizlere mehdiyi mücdeliyorum. Halkın ihtilaf ve çekişme zamanında ümmetine gönderilecek ve yeryüzü zulüm ve haksızlıklarla dolduğu gibi, onu adalet ve eşitlik ile dolduracak, yerde ve gökte olanlar ondan razı olacaklar ve o malları sahih olarak taksim edecektir.

Adamın biri sahih olarak nasıl taksim edecek diye sordu?

Buyurdu ki; halkın arasında eşit olarak dağıtacak.

Ya Seyyidiye, yeryürzündeki zulüm ve haksızlığın, adaletsizlik ve eşitsizliğin malların taksimatındaki eşitsizlik ve adaletsizlik ile doğrudan rabıtası açık değil mi? Yapılacak olan çağırılmaya uymaktır. Açları doyurmak değil. Çağrıda yardım yok, hakları teslim söz konusu.

Seyidiye          : Bu senin dediğin bir rüya, bir hayal. Mevcut durumda ne yapabilirim ben.

Hallac             : Sadece rüyalar sınır tanımaz ve sadece hayaller sonsuza dek yaşar.

Seyidiye          : Sakın bunları yargılamada söyleme ya Hallac. Hepsinin birer Karmati düşüncesi olduğunu ve İhvan ül Sefa risalelerinde ileri sürüldüğü biliyorum. Ve adalatten canını kurtaran bir tek Karmati bile olmadı. Yalvarırırm kendine sakla bunları, Karmati olduğunu söylüyorlar zaten.

Hallac                         : Hallac, ne yani! Bir Karmati biri inek dört ayaklı ve süt veren bir hayvandır diyor, ben de diyorsam Karmati mi oluyorum ben? Bu en ilkel kıyas mantığıdır. Bu durumda Karmatilerden farklı olmak için ya suskun kalmam veya ineğin bir hayvan olmadığını söylemem, veya tüm ineklerin ayak sayısının cellatlarca azaltılması gerekir.

Evet böyle de oluyor. Ve eğer gerçekler onların kafalarındaki gerçeklere denk düşmüyorsa, vay gele gerçeklerin başına.

Seyidiye          : Çok fazla kargaşa var, her tarafta isyan, çok kan dökülüyor. Bunları ancak sen yatıştırabilirsin. Şimdiden onbinlerce ölü var. Bu yıl yağmur da yağmadı. Kıtlık da cabası. Çıkmanı sağlayacağım buradan, durdurabilirsin dökülen kanı. Bu kan ümmetin kanı. Benimkisi ana yüreği, dayanmaz buna. Üstelik oğlumu devirmek istiyorlar pasif kaldığı için. Diken üzerindeyiz biz de. Muhafız alay  komutanına emanet canımız. Karar değiştirdiği bir gün, okka altındayız aynı gün. Akan kanın durmazı lazım bir an önce. Yalvarırım sana bir şeyler yap.

Hallac             : Benim bir sorumluluğum var mı sizce? Kıtlık oldu, kan aktı diyorsun. İyi ya, bu kıtlıkta boğaz sayısını azaltmışsınız.

Seyidiye          : Yok, ama seni dinlerler.

Hallac                         : Bin dinlesin halife ve vezirler önce. Diğerleri cahil adamlar, anlamayabilirler. Ben çıkmam buradan, insanların gözyaşı dinmeyince. Çekin atlı birliklerinizi çeltik tarlalarından, maden ocaklarından, limanlardan ve yanı sıra vergi tahsildarlarını tarlalardan, ağıllardan, kan diner bir gecede.

Ben kımıldamam bir yere.

Kim dur deyince durur ki akan sele. Önce durdurun uygulanan şiddeti. Zira şiddet vebadan bile hızlı sirayet eden bir hastalıktır. Mutlaka bir gün aynı haşmetle vurur uygulayıcısını da.

Seyyidiye        : Bir ricam daha var. Oğlum ağır hasta sen yakalanma beri. Ya Hallac tedavi eder misin oğlumu ? Biliyorum ben senin maharetini, merhametini, kerametini.

Hallac             : Eğer ben bir insanın

Düşman olduğunu biliyorsam bana;

Ve açsa doyururum,

Ve susamışsa su,

Çıplaksa giysimi,

Sığınmışsa evimi veririm.

Hastaysa tedavi ederim

Yaralıysa yarasına sararım

Zordaysa yardım ederim.

Seyyidiye        : Göreceksin ki halife sana zerre kadar bir düşmanlık beslemiyor. İnan elimizde pek fazla bir şey yok. Çaresiz durumdayız biz de. Ne ordu komutanlarına sözü geçer halifenin, ne polis şefine, ne vezirlere, ne valilere, Her biri sanki bir derebeyi kendi başına.

Sen de biliyorsun ki, dayadılar gırtlağına hençeri istekleri olmayınca iki defa. Birinde Mu’tezz’i, diğerinde Mu’tazıd’ı başa getirdiler. Aynı gün indirdiler onları  istedikleri yerine gelince. Yine getirdiler oğlumu iş başına.

Halife bir tutsak onların elinde.

Hallac                         : Ben diyorum ki zaten, hilafet islam ümmeti üzerine kurulan saltanatın bir kuklası. Saltanatta hilafetin yeri olmamalı. Tedavi edeceğim oğlunu. Yalnız mahkemeden sonra.

Seyidiye          : Ben teklif ettim, halife onayladı. Sorgun sarayda yapılacak. Halife de dinleyecek. Yargılamadan arta kalan zamanda tedavi ile uğraşırsın. Hem oğlum da konuşmak ister seninle. Rahatını sağlamış oluruz elimizden geldiğince. Yalnız şunu bil ki, sana olan yakınlığımın yaptığım tekliflerle zerre kadar bir ilgisi yok bilesin. Benim ilgim bilgeliğine.

Hallac             : Benim de senden bir ricam var.

Seyyidiye        : Buyur ya Hallac.

Hallac             :Bana istediğim bazı kitapları yollayabilir misin?

Bak işte isimleri yazılı.

Ebu Hanife’nin tüm kitapları, İmam Maturidi, İmam Cafer Buyruğu, İmam Ali’nin Nech-ül Belaga, Ahmet b Hambel’in Kitab ül Zühd.,

Plotinus’un Enneadlar, Zerdüşt’ün Avesta ve İhvan ül Sefa risaleleri.

Seyyidiye        : Tabii, hepsini kütüphaneci ile yollarım. Kal sağlıcakla.

Hallac             : Kal sağlıcakla.

 

                       (Sahne kararır)

 

 

 

PERDE      : 3

SAHNE     : 4

 

( Hallac iki ay sonra ön yargılamaya alınır. Yargılama sarayda yapılır. Halife’nin bir dinlenme odasıdır burası. Üç tane kadı vardır. Arada bir halife ve annesi de gelir gider. Halife genelde bir köşeden yargılamayı hayretle izler. Hallac bu aşamada bir sanık gibi değildir. Halifenin hastalığı ağırlaşmıştır)

 

Baş Kadı         : Burada bir ön sorgulama yapmak için toplandık. Bunun sonucuna göre

Muhammed bin Mansur el Hallac’ın yargılanıp, yargılanmayacağına karar vereceğiz.

Her şey çok açık cereyan edecek. Sınırsız konuşma hakkın var ya Hallac. Burada halifenin huzurundasın. Mahkeme sayılmaz burası. Halifenin isteği üzerine saraya alındı sorgulama. Bizden başka kimse alınmayacak yargılamaya. Unutma ki, ilk defa hacipler bile uzaklaştırıldı.

Hallac             : Sizin üzeriniz girerken hacipler tarafından arandı mı?

Baş Kadı         : Ne alakası var bunun?

Hallac                         : Her şey birbiriyle alakalı. Halifeyi ümmetten ilk hacipler ayırdı. Araya set çekti. Bu hilafeti saltanata dönüştüren ilk adımdı.

Baş Kadı         : Senin üzerini aradılar mı?

Hallac             : Benim üzerim yok ki. Bir tek urbam var o cepsiz.

Adalet denilince kadılar cepsiz olmalı öncelikle. Aklıma geldi de.

Baş Kadı         : Burada yargılamayı biz yapıyoruz. Sen sanık durumundasın ya Hallac, birden başladın sorgulamaya.

Hallac                         : Kendini yargıç sanan kimse ile perde vardır hakikat yargıçları arasında. Bu perdeyi yargılayanların yargılanması, yargılananların yargılaması yırtacaktır.

Baş Kadı         : Peki, yine de hazırladığımız ilk soruyu soruyorum. Ya Hallac. Tanrı’yı bilebilir miyiz, nitelik ve sıfatlarını bilebilir miyiz sence?

Hallac             : Bilinmeyen de bilinmemekle bilinir.

Bilmediğimi bildiğimdir, bildiğim bir şey varsa.

Baş Kadı         : Peki bir irfan, bilme var mıdır?

Hallac                         : İrfan zaten bilme demek. İrfan varsa saltanat ve hükümranlığımız yoktur. Var olması için sizin sorgu yapacak durumda olmamanız gerekir.

Baş Kadı         : Yani, evet mi diyorsun ?

Hallac             : Dedim ya bu size bağlı.

Baş Kadı         : Bizi yok sayarsak.

Hallac             : O zaman bir sorun ve sorgu kalmaz.

Baş Kadı         : Biz yokuz, sorun ve sorgu da yoksa cevabın evet midir ?

Hallac             : Öyleyse, cevap doğru, soru yanlış.

Baş Kadı         : Evet mi hayır mı?

Hallac             : Seçenekler daima iki mi?

Evet mi, hayır mı? Kız mı erkek mi? Siyah mı beyaz mı? Büyük mü küçük mü?  İkili mantık kıyas ve benzeşime dayanır ki, sorunu hiçbir zaman çözmez.

Baş Kadı         : Evet mi hayır mı?

Hallac                         : Sorguculardır eveti hayır, hayırı evete çeviren. Onlarsız tüm evetler hayır, tüm hayırlar evet. Bu yüzden diyorum ki hakikatle hakimler arasında perde vardır, herşey ters yansır oraya.

Baş Kadı         : Perdeyi hesaba katarak konuşur isek.

Hallac             : Hayır.

Baş Kadı         : Ters yansıma gereği, yansımayı ters çevirir isek.

Hallac                         : Bir şeyin yansımasının tersyüz edilip ayaklar üstüne oturtulması o şeyin kendisini vermez, tersini de.

Baş Kadı         : Ne gerekir bunun için.

Hallac             : Nefyedilmesi, olumsuzlanması gerekir.

Baş Kadı         : Hayırın olumsuzlanması evet değil mi?

Hallac             : Hayır.

Baş Kadı         : Nedir öyleyse ?

Hallac             : Hayır dedim ya. Hayırın olumsuzlaması yine hayırdır. Şerrinki de şerrdir.

Baş Kadı         : Nasıl oluyor bu böyle ?

Hallac             : Bir şey ancak yeniden nefyedilmek kaydıyla nefyedilebilir de ondan.

Baş Kadı         : Yani sen Tanrı’nın Zat’ının olumsuzlanabileceğini mi söylüyorsun?  Tanrı yok mu diyorsun?

Hallac             : Bütün varlar yok, tüm yoklar vardır. Varlar yok olduğu için var.

Baş Kadı         : Nasıl yani?

Hallac             : Bakın güzel bir kadın vardır, güzel bir deve, güzel bir kepçe, vazo.. vb vardır. Bir kadın, bir deve,  bir kepçe veya vazo hepsi güzelliğin formlarıdır ve vardır. Fakat güzelliğin kendisi var mıdır? Hayır. Güzel bir kadın vardır ve fakat güzelliğin kendisi yoktur. O mutlaktır ve tüm mutlak olanlar gibi soyuttur. Güzellik yoktur, ama güzel bir şey vardır. Güzellik özdür, güzel bir kepçe formdur, surettir.

Baş Kadı         : Tanrı var mıdır ?

Hallac                         : Dünya ve kainat bir gerçeklik ise Tanrı yoktur. Eğer bir suret ise vardır. Siz zahirdesiniz, dünyayla gerçek kabul ediyorsunuz ki objektif tanzim tasarrufları yapıyorsunuz, ona yasa biçiyorsunuz ?

Baş Kadı         : Estafurullah bize Tanrı tanımaz mı diyorsunuz, şimdi de biz mi suçlu olduk ?

Hallac             : (Elindeki bir taşı yere bırakır) Bu taş hep yere düşüyorsa Tanrı yoktur. O da 

                        sizinki gibi yasaya uyar çünkü. Yasanın hüküm sürdüğü ve istisnaların

                        bulunmadığı yerde Tanrı’ya yer kalmaz. Taş hep yere düşer, bunun yasasını

                        kim koymuş olursa olsun, bunun tersi mümkün değil, istisnası da yoktur. 

                       Yasalarınız da öyle.

Siz hiçbir selin akmayıp, bıçakla kesilir gibi donup kaldığını gördünüz mü, mümkün mü bu?

Ben diyorum ki, bu dünya gerçek ise hüküm sizindir ve Tanrı’nın yeri yoktur. Ama bu dünya bir surettir ve ben onu beyan ile gördüm ki Tanrı vardır. Var ise kaldırın hüküm ve yargınızı.

Baş Kadı         : Sen Tanrı tanınabilir diyormuşsun?

Hallac                         : İnsanları Tanrı tanımaz ve Tanrı tanır diye ikiye ayıran siz değil misiniz ? Sonra da Tanrı tanımazlara ölüm fetvası veren. Sonra kalkıp Tanrı tanınamaz diyorsunuz. Tanrı tanımazlarla ne farkınız var. Tanrı tanımazlarla,   

                        Tanrı tanınamaz diyenler aynı şeyi söylemiyorlar mı sizce?

İnsanları böyle ayıramazsınız. Esas Tanrı tanımazlar, Tanrı tanınamaz deyip onun adına hüküm verenlerdir. Çok cana kıydınız bu anlayışla.

Baş Kadı         : Sen kâfirleri mi savunuyorsun ? Zaten bir kâfiri öldüren iman sahibine engel olmuşsun.

Hallac                         : Siz hiçbir Tanrı tanımazın Tanrı adına fetva verdiğini, cana kıydığını gördünüz mü? Oysa O’na en büyük şirki siz koşuyorsunuz. Çünkü öldürme hakkını onun elinden alarak, siz kullanıyorsunuz. Yetkisini kullanıyorsunuz. Tanrı’ya en büyük şirk onun öldürme yetkisini kullanmaktır. Tanrı’ya hiç şirk koşma ihtimali olmayanlar ise Tanrı tanımazlardır. Bırakın vicdanları özür kalsın. Vicdanlar da inançlar kadar özgür olsun.

Baş Kadı         : Sen kâfiri kurtardın mı, cevap ver ?

Hallac             : Tanrı iradesiyle oldu, onun emri dışında bir şey olurmu hiç.

  (Susar bekler)

Baş Kadı         : Evet ya da hayır diye bir cevap vermedin.

Hallac             : (Susar)

Baş Kadı         : Neden sustun ya Hallac. Susmak ikrardan gelir.

Hallac                         : Susturun gerçeği ve yargıyı, ben diyorum ki, sadece gerçeğin suskun dili konuşsun.

Baş Kadı         : Devam et.

Hallac             : (Susmaya devam eder)

Baş Kadı         : Bir şey demiyorsun.

Hallac             : Siz sessizliğin korkunç sesini duymuyorsunuz.

Baş Kadı         : Sen dilinle konuş.

Hallac             : Konuşan diller, susan kalplerin helakıdır.

Baş Kadı         : Biz bir fetva vermek zorundayız, konuş.

Hallac             : Sizin ve benim fetvam yazılmış zaten.

Baş Kadı         : Kimin tarafından, nerede o fetva.

Hallac             : İlahi bir yargı ve acımasız bir yargıç, yani zaman tarafından.

Baş Kadı         : Tövbe edecek misin ?

Hallac             : Ben hergün bin defa tövbe ediyorum. Siz bir defa tövbe edin yeter.

Baş kadı          : Tövbe etmeyen kâfirdir, o nasıl söz.

2. Kadı            : Tövbe edip söylediklerini geri almazsan, öldürülecek ve kâfir olarak cehenneme gideceksin.

Hallac                         : Farzı mahal sizin söylediklerinizin hepsi doğrudur ve cennetin kapılarını açar. Ama beni buna zorlayamazsınız. Ben zorla cennete gitmek istemiyorum. Beni cennete göndermek için zorlamaya sizin bir hakkınız var mı? Sorun burada. Günahkar bir müslüman olarak ve velevki bunun da bilincinde olarak dokunulmadan yaşamak, yani yeterince günah sahibi olmak istiyorum ben.

Araf süresinin 40. Ayetinde “sen halkı imanlı olmaları için zorlayamazsın” denilmektedir. Nedenle, benim istediğim adalet değil özgürlük. Zira sadece adalet özgürleştiremez dini ve inancı. Adaletin karıştığı inanç ve din aslında bir siyaset.

2. Kadı            : Bizi kadı değil de bir âlim, bir hakim olarak kabul et.

Hallac                         : Âlimlerin veya fâkihlerin ricası zaten adalet. Ben cehennem gitme hakkımı sonuna kadar kullanmak, yani özgür kalmak istiyorum.

2. Kadı            : Ama herkes başına buyruk yaşarsa dini, kaos, kargaşa doğmaz mı ?

Hallac                         : Bu dediğiniz de zaten siyaset. Düzen ister dinde; tek düze bir meşrep. En iyi uyum kaostan doğan, kaotik uyumdur oysa. Buna medeniyet denir.

3. Kadı            : Bir kimsenin kendi şahsi dini olur mu Hallac?

Hallac             : Ben insanım,

Mekansızlık cevheridir ayetim,

Zat’a gider bidayetim

Sen bu yol ile bil ki beni,

İnsanam,

Bu yola dahi sığmazsam

3. Kadı            : Cevap vermedin.

Hallac             : İslamın şartlarını tayin eden ulema, âlim ve fakihler elbet, yani adalet şart saymaktadır, kural koymaktadır. Şart saymaktır. Saymak sınırlamaktır. Tüm sayılar sınırlıdır. Her insanın sayı kapasitesi de sınırlıdır. Aynı sayıya denk duran iki insanda yoktur. Şartı koyan adalettir.

3. Kadı            : Ne demek oluyor bu?

Hallac                         : Hiçbir sayı ve şart Zat’ı kuşatamaz. Onun sıfat ve niteliklerinin sayısı, her insanın durduğu sayının bilinciyle sınırlı ve farklıdır. Bu da Tanrı’ya ilişkin her insanın bilincinin Zat’ı kuşatıcı olmayan durumuyla farklı ve bunun da kanıtlamaya dönük bir hal olmadığını söylüyorum.

3. Kadı            : Yani her insanın ayrı bir dini oluyor.

Hallac             : Ayrı değil, farklı.

3. Kadı            : İnsan sayısı kadar din olur o zaman.

Hallac                         : Yine sayıya  bağladınız işi ve demek ki Zat’ı sınırladınız. Tanrı Abbasi devleti değil ki sınırları olsun ve daima genişlesin.

3. Kadı            : Ayrı ile farklı arasında ne fark var?

Hallac                         : Tüm nizam ve düzen sahipleri için farklar arasındaki fark fark etmez zaten. Ama ayrılık insan ile Zat arasında, farklılık her insanın Zat’ı algılama biçiminde. Yani insan ile iman arasında. Öyleyse tevhidi sağlayan farklı algıların Zat’ın birliğine, bire yönelmiş halidir. Öyleyse insan sayısı kadar Zat’ı algılayış ve tasavur olması normaldir ve kanıtlama dışındadır. Adaletin konusuna girmez yani. Adalet ötesi.

3. Kadı            : Sen kısaca adaletin sapkın dahi olsa inancı yargılamayacağını mı söylüyorsun?

Hallac                         : Ben adalet değil özgürlük istiyorum. Söyledim ya. İsa, Musa, Muhammed dünyayı yargılamak için değil kurtarmak için gelmişti. Yargın neyin nesi. (Eşkiyayı hatırlar) Bu bir eşkıya sözü. Ben Bir’i birlemek, yani tevhidi sağlamak istiyorum.

2. Kadı            : Tam anlayamadım, Tanrı’nın sıfat ve nitelikleri sayılamaz mı yani ?

Hallac             : Bana ne, sen istersen say.

2. Kadı            : Hayır sayılmamalı mı diyorsun ?

Hallac             : Sayılamaz diyorum.

2. Kadı            : Neden ?

Hallac                         : Ancak mevzu din, hukuk ve kurallar dini, her nedene çünkü ile cevap verir. Ama söyleyeyim, çünkü, ben bunları saydım ve senin için şu kadar sıfat ve nitelik yarattım ey müslüman, senin için yığınla seçenek yarattım, duruma göre isteğini al ve kullan, özgürce seç demek özgürlüğü ortadan kaldırmaktır zaten.

2. Kadı            : Neden ?

Hallac                         : Daha öncede söylemiştim. Seçenekleri yaratan seçenin kendisi değilse eğer bu kölelik, kişilik ve benlik kaybı.

Baş Kadı         : Bu oturuma ara veriyorum. Çıkabilirsiniz ya Hallac.

(Hallac ve kadılar çıkarlar. Halife orada kalır. Annesi içeri girer. Yirmi gün geçmiştir ve kırk oturum geride kalmıştır).

Seyyidiye        : Oğlum nasıl oldun, iyi misin ?

Muktedir         : Ağrılarım giderek ağırlaşıyor.

Seyyidiye        : Yirmi gün, kırk oturumdur yargılama sürüyor. Bir bitse de hastalığına baktırsak.

Muktedir         : Yakında bitecek sanırım.

Seyyidiye        : Ne olacak sence oğlum ?

Muktedir         : Bilmem ki anne, benim elimden de fazla bir şey gelmiyor biliyorsun. Ben şahsen böyle bir adama dokunmaktan, Allah’tan korkarım.

Seyyidiye        : O yakalandıktan sonra bu derde tutuldun. Bu bir ikaz, biliyorum. Anayım ben, hissi kalbe vuku olur anaların.

Muktedir         : Ne yapayım, çare yok.

Seyyidiye        : Bırak gitsin bu adamı yavrum. Ona dokunan yanar.

Muktedir         : Açıkça yapamam. Onu bıraktığım gün ben okka altındayım demek. Kapıları açık bıraktırdım hem hapiseninin, hem sarayın gitmiyor.

Seyyidiye        : Çocuğun biri bağırır; baba bir hırsız tuttum.

Babası; al da gel der.

Çocuk; gelmiyor.

Babası ; Sal da gel der,

Çocuk salmıyor baba der. Aynı misal. Yıllardır ele geçmedi, şimdi gitmiyor.

Muktedir         : Daha ne yapayım anne. Ne rüşvetler verdim eşkiyaya adamı kaçırsın diye. Kaçmıyor. Şimdi infilaka hazır bir barut fıçısı gibi yerleşti buraya, gitmiyor. Gitmiyor işte. Kanına susamış bu adam, rolünün farkında. Eşkiyaya çalışıyor hazine onun yüzünden. Bir anlaşırsa ne olur halim? Hepsi  Beyt-ül Mal’dan hırsızlık sayılır.

Seyyidiye        : Aman  yavrum ağzından yel alsın. Keşke yakalatmasaydın.

Muktedir         : Ben mi istedim. Eşkiyaya haber verdim. Vezirin hafiyeleri daha erken davrandı. Nefes alışımı bile izliyorlar.

Seyyidiye        : Sen hele bir iyi ol oğlum. Her şey düzelir inşallah. Tanrı’dan umut kesilmez.

Gün doğmadan neler doğar. Mukanet ol oğlum.

(Sahne yeniden kararır. Baş kadı ve diğer kadılar yerlerini alırlar. Hallac’ın sorgulamasının kırkbirinci oturumu başlar).

Baş Kadı         : Kırbirinci otorumu açıyorum.

3. Kadı            : Allahın ruhunun bedeninize girdiğini; böylece size yanlış yapmaktan koruduğunu iddia ediyormuşsun, öyle mi ?

Hallac                         : Bu soru 868 de halife Mu’taz tarafından büyük âlim ebul Fevaris’e sorulmuş idi, de öldürülmüştü. El cevap :

“Be adam varsayalım ki, Allah’ın ruhu bedenime girdi; sana zararı ne ?

Diyelim ki şeytan’ın ruhu bedenimizdedir ; sana yararı ne ?”

Yani insanların neye nasıl inandıklarından sana ne ?

3. Kadı            : Nasıl olur, bidata karşı savaşmak her müslümanın görevi değil mi ?

Hallac             : Dinleyin o zaman.

                        Musa aleyhüsselam Kızıldeniz’e doğru yol alırken bir çobana rastlar. Çoban 

                        çok süt vermesi için keçisine dua etmektedir.

Hiç, süt vermesi için keçiye dua edilir mi? der Musa.

Çoban ne yapmalıyım deyince, Musa, Allah’a dua edeceksin. Yalnız ve yalnız Allah’tır şefahat veren. Ona dua et.

Nasıl ?

Musa, hangi duaları okuyacağının çobana söyler.

Tam Kızıldeniz’in ortasında iken bir el Musa’nın omuzuna dokunur. Şu duanın sözleri nasıldı ?

Musa çobana; sen git yine bildiğin gibi keçine duanı et der. Zira çoban da Kızıldeniz’i yarmıştır.

Bu da demektir ki, kimin nasıl hidayete ereceğini ancak Allah bilir. Öyleyse belki senin dayatmaya çalıştığın kendi hüsnü kuruntularından ibaret olabilir de, bidat dediğin yol Hakka eriştirebilir. Belki de sen bu yolu kesip, deccala yöneltiyor olabilirsin. Bunun için kimsenin elinde bir özel yetki yoktur. Kendi gerçeğini tek gerçeklik sanan bilinç türü için dünyayı sadece kan ve revan beklemektedir.

3. Kadı            : Ama bizim dinimiz en insancıl dindir.

Hallac                         : Doğrudur da, kendi insanlığını tek insancıllık sanan düşünce de hot be hot zalimliğe, insancıl bir vahşete yönelir.

Baş Kadı         : Her şeyin doğrusunu Allah bilir.

Oturum sona ermiştir.

Siz dışarı çıkın ya Hallac

Biz bir karar vereceğiz

Ey Muktedir siz de.

(Hallac ve halife dışarı çıkarlar)

2. Kadı            : Ben Hallac’a dokunmaktan Allah’a sığınırım. Oyumu yargılanmaması yönünde kullanıyorum.

3. Kadı            : Bize onca hakaretvari sözler söylemesine rağmen, bir dinleyici gibi, duygularıma kapılmadan söylemem gerekirse, ben de Allah’a sığınırım.

Baş Kadı         : Ben aksi düşünce belirtsem kime sığınmış olacağım. Öyle konuşuyorsunuz ki, ne diyebilirim.

Benim düşüncem de yargılanmaması yönünde.

(Bağırır, “girebilirsiniz ya Hallac”)

Kararımızı verdik. Yapılan kırkbir oturum sonucunda kanaatimiz odur ki, şimdilik yargılanmanıza gerek görülmemiştir. Hayırlara vesile olur inşallah.

Hallac             : Sonuç ne ?

Baş Kadı         : Açıkladık, duymadın mı ?

Hallac             : Benimle ilgisi ne ?

Baş Kadı         : Karar sizin hakkınızda.

Hallac             : Hepimizin hakkında kararı kim verir, sayın kadı ?

Baş Kadı         : Tabii ki Allah verir.

Hallac             : Öyleyse sizinki ne ?

Baş Kadı         : Euzibillamine şeytani racim..

 

                        (Sahne kararır çıkarlar.)

 

 

 

 

 

SAHNE :3

PERDE : 5

 

(Halife hastadır, olayların baskısı altında tüberküloz olduğu anlaşılmaktadır. Aşırı bir terlemesi vardır. Öksürük nöbetleri vardır. Hallac’ın büyü ve sihir gücü hakkında söylenilenleri, duyulmuştur. Hallac ve Seyyidiye gelir. Odada halife vardır. Bitkin bir haldedir. Bir divana uzanmıştır. Işıklar aydınlanır. Girerler)

Seyyidiye        : Bugün nasılsın oğlum ?

Muktedir         : Yine sabaha kadar kan ter içinde kaldım. Öksürük nöbedim de arttı. Kan geldi ilk defa öksürüğümden.

(Karın boşluğunu gösterir)

Şuramda da bir ağrı ve şişkinlik var.

Seyyidiye        : Görmüyormusun ya Hallac. Daha 22 yaşında oğlum. Dert tuttu, nazara geldi. Çam sıkızı gibi eridi gitti. Herkesin gözü üzerinde. Bir yanda hastalık illeti alt etmektedir, diğer yandan alt etmek isteyen leş kargaları. Sırat köprüsünde amansız bir hal bizimkisi, yaşamak değil.

Ne yapacağız ya Hallac ? Sen bilirsin ancak derdi çaresini.

Hallac             : (Halifeye bakar, halife öksürür, öksürdükçe bir eliyle de böğrünü tutar)

Durunumuz iyi değil ya Muktedir.

Muktedir         : Diyorlar ki, seni tutukladığımızdan dolayı imiş bu dert.

Hallac             : Siz inanıyor musunuz buna ?

Muktedir         : Eğer sen ulu bir zatsan, büyüklüğünle mütenasip bir dert değil benimkisi, bu kadarı lütuf sayılır. Eğer değilsen, o zaman mükâfat  görmem gerekirdi. Aslında bilmiyorum, bilmiyorum. Karar vermem imkansız. Tedavi edecek misin beni?

Hallac                         : Edeceğim. Önce  istediğim bir şey var. Dünyayı ve saltanatı küçümseyiniz, çünkü onları dikkate aldığımızda, sizin için en iyisi budur. Sonrası kolay.

Muktedir         : Zaten iyileşinceye kadar hiçbir devlet meselesine bakmayacağım.

Hallac              : İyisi bu. Bir kişinin alacağı bir nefes, bir devletten önemlidir. Ben defalarca karşılaştım bu tür dertlerle. Şimdi sizden bulunmasını istediğim zehirli otlar ve yılan, karadul, akrep zehiri var. Bunların temin edilmesi lazım.

Seyyidiye        : (Panikler, şüphelenmiş gibi Muktedir’e bakar. Oğlunu zehirletecekmiş duruma düşmekten korkar)

Ya Hallac, saraya zehirli hiçbir şeyin girmesi yasak. Baştan söyleseydin ben hiç kalkışmazdım bu işe. Kaç halife zehirlenerek öldürüldü biliyor musun sen? O kadar tedbir almamıza rağmen iki defa zehir katıldı oğlumun yemeğine.

Bereket tadıcılar öldü.

Muktedir         : Ya Hallac, öyle ki bir defasında elmanın yarısına zehir zerketmişler, tadıcı ayarlanmış öbür tarafından ısırdı. Ben son anda uyandım. Ölümden kıl payı döndüm.

Seyyidiye        : (Kendini temize çıkarmak için) Katiyen kabul etmem bu işi.

Hallac             : Zehirleme konusuda tüm devlet katlarının ne kadar uzman olduğunu biliyorum. Hasan el Askeri Buhara’da zehirlendiğinde sizden yaşça biraz büyüktü. Üstelik hiçbir hastalığı da yoktu. Zehirleme katl sorumluluğundan kurtulmak için çok incelikli bir yordam. Tabiatı haliyle uzmanlaşma had safhada. Ama bir tereddüdünüz varsa varsa vazgeçelim tedaviden.

Muktedir         : Zehir öldürmekten başka ne işe yarar ki ?

Hallac             : Zehir öldürücüdür.

Öldürücü olduğu için hayat vericidir.

Ve aynen benzer düşüncelere,

Zehirlerken çürüyeni,

Besler geleceği.

Mikyas yok elimizde,

Belki karmanlarıdır yarının,

Bugünün zehir salan hainleri.

Zehir zehirdir, yaşam yaşamdır. Zehir  yaşamdır, yaşam zehir.

Zehiri yaşam yapan onu kullananın maharetidir. Niyetidir.

Muktedir         : Zaten ölümcül dert benimkisi,

Kabul ediyorum teklifini,

Bir gün evvel, bir gün sonra ne farkeder.

Ölmüş eşşek kurttan  korkmaz nasılsa

Razıyım ya Hallac ne olursa

Bir belge yazıp bırakacağım anne,

Tedaviyi ben istiyorum ve

Hallac’ın hiçbir sorumluluğu yoktur  diye

Seyyidiye        : Umudunuz Allah’tandır oğlum.

Hallac                         : O zaman vereceğim listedeki bitki ve hayvan zehirlerini temin edin. Özellikle engerek yılan zehiri önemli.

Muktedir         : Tamam, ben temin ettiririm. Yalnız, yanlış zehirler getirirlerse tanırsın değil mi ?

Hallac             : Tabiatla birlikte yaşadım ben. Onun nefes alış verişini bilirim.

Muktedir         : Tamam o zaman. Şimdi siz istirahat buyurun, akşam yemeğinde buluşuruz.

(Hallac çıkar, Muktedir annesine)

Anne bu beni zehirlemek için tutulmuş bir Karmati casusu olmasın. Sihri, büyüsü var diyorlardı ama öyle  bir keramet yok. Tamamen ilaç tedavisi uygulayacak.

Seyyidiye        : Sanmam oğlum. Hiç arkadan hançerleyecek milcan tipi yok. Hem zehirlerse seni, alt üst eder bütün namını. Göze alır mı dersin ?

Muktedir         : Başka çarem yok zaten. Denize düşen yılana sarılır.

Seyyidiye        : Sen dinlen oğlum. Acılarının dinmesi için sana boru otu suyu hazırlattım. İç  de biraz dinlen.

Muktedir         : Off, ölüyorum anne.

(Sahne kararır )

 

(Sahne aydınlanır. Akşam yemeği divanin üzerine kurulmuştur. Bir yanda halife oturur, diğer yanda Hallac vardır. Yemek yerken konuşurlar )

Muktedir         : Sana bugün Antep yemekleri hazırlattım. Umarım seversin. Ali nazik, çartlak kebap, Ergani’nin meşhur kundura buğdayından tereyağlı bulgur, bumbar, gendime çorbası başka bir arzun varsa hazırlatayım hemen.

Hallac             : Ben istemem, sizin yemeniz lazım, rahatsızsınız.

Muktedir         : Ben senin sayende yiyeceğim. Hiç canım çekmiyor aslında. Beni kırma

Hallac             : Peki, peki.

Muktedir         : Senden öğrenmek isediklerim var mazur görürsen.

Hallac             : Bildiklerimi söylemek gönülden...

Muktedir         : Şu cenneti, hurileri, gılmanları aşağılamış, tubayı, kevseri reddedip cehennemi arzuladığını söylemişsin. Cehennem hayatını özendirdiğin söyleniyor.

Hallac             : Şu yumuşatır her nesneyi.

Demire verince ama,

Sertleştirir yumuşatması gereken şeyi

Her şey zıddıyla birlikte,

Cehennemi gösteriyorum ben

Sağlam kılmada imanı.

Manen özgür olmak için,

Manevi şeylerden uzak kalmalı (gerek)

Birlik benliğin yandığı,

Vuslat nefsin yandığı yerde;

Ateş ise cehennemde.

Cehennem korkusuyla O’na secde eden sadece kuldur. Onlardan çokca var.

Dost olmak istiyorum ben. Gönülden dosta bir yol var; bulmak istiyorum ben.

Bunun için yakmak istiyorum Ben’i ben. Ateş cehennemde.

Muktedir         : Sırrın gerçek olması, bu sırrın sırdan müstağni olan sırrın sırrı olması ne anlama gelir ?

Hallac                         : Bu bir irfan, yani bilme nazariyesi. Nasıl anlatsam. Hikmet-i ilahiyenin tevil yoluyla bilinebilmesi, ilahi gerçekliğin ifşası sürecinin bitmediği anlamına gelir. İlahi kaynaktan gelebilecek tüm bilgilerin vahiy yolu ile gelip bittiği, bu nedenle ilahi gerçekliğin tükendiği ve nasslaştığı görüşünü reddi anlamına gelir. Vahyin zahiri anlamlarını rüknünü oluşturan derin bir iç, batini anlamı olduğu. Batının öz, hak ve hakikat bilgisi olduğu, bunun da keşfedildikçe çoğalan bir sır yumağı olduğu anlamına gelir. Sırlar anlaşıldıkça artmakta, ilahi gerçekliğin sonsuzluğu ortadan çıkmaktadır.

Sonrası uzun hikaye. İlahi bilginin akış süreci bitmediğine göre, bu demektir ki, hiç kimse kesinliği olan bir mevzuu kurallar dini, hukuk ve nizam dini koyma yetkisi yoktur. Zira henüz kuralar tamamlanmamıştır ve bilgisi tamamlanmamış ve tamamlanmaya devam eden bir şeyin sistemi kurulamaz.

Burası sizi ilgilendiriyor tabii.

Beni ilgilendiren yönüne gelince; ben sırrın sırrından görünenin aldatıcı olduğu, görünen sebeplerin değil, sebeplerin sebebine, nedenlerin nedenine inmek gerektiğini anlıyorum. Hiçbir yapı görüldüğü gibi değildir; şeylerin muhtevasında mündemiç özlerin, onların görünen yüzlerinden farklı bilgi formları oluşturacağı; bunun da bakan göz için görünmez bir sır oluşturacağı açıktır. Tefsirin yerine tevil, kelam ve ilahiyet yerine Hikmet-i İlahiyanın irfanı konması önerisidir sır.

Bu sır batındır. Zahir şeriattır; şekillere bürünmüş, kurallara teslim olmuş nizamdır. Batın marifetttir, hakikattir, haktır, halktır.

Ya Muktedir, rüzgârlı bir havada denizi seyreden adam; köpüklere bak ya seyyid der. Nasıl da alt tarafında su oluşturuyor. Ben beyazın maviye dönüşmesinin sırrını hiç anlayamam. Bu adam zahire bakmaktadır.

Görünen aldatıcıdır. Oysa canın ve tenin sırrına vakıf olmak isteyen, bakar mı köpüklere? Bakar alemin muhtevasındaki esas nedene. Dipten gelen dalgaların

Kulak verir sesine

Köpük bir şekil, derya deniz bir öz

Köpük görüntü, su öz,

Zahir bir ilinek, batın töz,

Şeriat bir nizam, marifet ilahi nizam,

Marifet hakikat yolu

Sırrı aşkla dolu

Muktedir         : Kurani bir kaynağı var mıdır bunun ?

Hallac             : Olmazlar olur mu, Kehf süresinin 60-82 ayetleri ne için indi.

Musa aleyhisselamın Hızır aleyhisselamından ilm-ü ledün tahsili ne için anlatılmıştı ?

Muktedir         : Bağışla , hatırlayamadım.

Hallac                         : Ey Allah’ın kendisinden razı olduğu adam, tüm fıkıh yasalarını ezbere bilirsin, binlerce hadis sayarsın yeri geldik. Ama hatırlamamazsın Kuran’a sıra gelince.

Muktedir         : Hiç söyleme. Kusurumuz büyük bu konuda. Hadis ve fıkıh bilmeden yem olurum konunun fetbazlarına. Doğrusu aslında önce kuyuyu doldurup, sonra taşan arkları nasıl tutacağız diye bakıyoruz.

Hallac             : Anlatayım kısaca. Hızır ile Musa iki denizin birleştiği yerde buluşurlar.

Musa’nın amacı Hızır’dan ilim öğrenmektir. Şart ise, Musa’nın Hizar’a hiçbir şey sormamasıdır. Vessalam, ikisi bir gemiye binerler, Hızır bir müddet sonra bir delik açar, gemi su alır yan yatar. Musa ne yapıyorsun, gemiyi batırıp insanları boğacaksın der. Musa sebebini sorur. Hızır şartı hatırlatır. Sonra Hızır birini öldürür, Musa dayanamaz yine sorur. Üçüncüde Hızır çöken bir duvarı kaldırır. Musa bunun için ücret alabilirdin der. Hızır onu terk eder ve sır ilmini öğrenemeyeceğini bildirir.

Ve sebepler açıklar : Gemide delik açtım karaya oturdu. Oysa ileride korsanlar onu batıracaktı. O kişiyi öldürdüm çünkü o baba ve anasını öldürecekti. O duvarı düzelttim çünkü, altında iki yetim çocuğun mirası vardı, onlar büyüyünce yıkılacak ve alacaklar.

Görüldüğü gibi ilk bakışta aykırı gibi gelen bize, tutarsız olan ilk neden inildikçe derin nedenlere yaklaşmaktadır gerçeğe. Musa’nın bile tahsil edemediği ilim bu batın ilmidir.

Muktedir         : Peki siyasetimizi neden beğenmiyorsun.  İslamiyeti yaymak için var gücümle uğraşıyorum ben.

Hallac                         : Siz çok yorgun görülüyorsunuz. Ben ilaçları hazırlarım, iyileşince  devam ederiz. Dinlenin bu ara.

Muktedir         : İstetiğin şeyler en geç dört beş gün içinde gelecek. Yalnız sarayda kadıların bazı sorunlar hakkında toplantıları var. Katılır mısın ?

Hallac             : Ne hakkında?

Muktedir         : Kitabet bedeli, vela hakkı,  taksit ve ümmül veled cariyelerin satılması hakkında.

Ayrıntıları ben de bilmiyorum.

Hallac             : Şimdiye kadar ne aldım, ne sattım.

Ne Allah adından başka andım

Kimin alınıp, satılacağına kimin,

Kaça alınıp, satılacağına kimin,

Kaça alınıp neye satılacağına

La rabıta Allah adın ?

 

                       (Sahne kararır, çıkarlar)

 

 

 

 

 

PERDE  : 3

SAHNE : 6

 

(Ordu bir seferden dönmüştür. Çok sayıda esir alınmıştır. Esirler köle statüsüne girer. Savaşa katılanlara bu köleleri satarak gelir elde etme hakkı verirler. Bu hak önceden Hz Muhammed zamamında var. Kölelerin satımı, hibesi, miras olarak bırakılması tüm ortaçağda olduğu gibi serbesttir. Sorun ümmü’l veled olan bir cariye kölenin  satılıp satılamayacağıdır. Ümmü’l veled cariye efendisinden çocuk sahibi olan köle demektir. İkinci sorun bir kölenin efendisi ile bir bedel ödemek karşılığı özgür kalmak için anlaşma yapmasıdır. Bu köleye mukatep ismi verilir. Yaptığı anlaşmaya kitabet denilir. Genellikle kitabet bedeli taksitlerle ödenirdi ve taksitler bitinceye kadar köle efendisine yarı bağlı kalır, buna vela hakkı denir. Buradaki sorun mukatebin kendi özgürlüğü ile birlikte karısı ve çocuklarının da özgür olup olmayacağıdır. Ayrıca taksitler bitmeden ölürse karısı ve çocuklarının durumu ne olacaktır. Bir de köle kitabet bedelini tümden ödemek isterse bunun kabul edilip edilmeyeceğidir.

 Ayrıca, savaşlarda askerlerin esir aldıkları kadınlarla cinsel ilişkide bulunduklarına sık rastlanmıştır. Böyle olunca bu kölelelerin ümmü’l veled olma ihtimallerine binaen satılamayacakları ileri sürülmüştür. Fakat esir sahibi savaşçılar (özellikle bedeviler savaşa ganimet için katılırdı) ısrarla bu köleleri satmak istemişlerdir. Hz Muhammed zamanında bir olayda, O’na danışılmış ve ara bir çözüm bulunmuştur. Hz Muhammed cinsel ilişkide bulunulup azil yapılmayan (içine boşanılmamış olan) kölenin satılabileciğine önermiştir.

Savaşlarda esir alınan zenginlerin  toprağı büyük savaşlarda zaptedilmediği için, bunların kitabet bedeli karşılığı serbest bırakılması büyüyen Abbasi devleti döneminde sorun olmuştur. Zira efendi hem parayı almak, hem de taksit süresince köleden yararlanmak istemektedir, ama hazinenin de paraya ihtiyacı vardır. Zira Abbasiler’in geç döneminde hazine sık sık tam takırdır. Ordu savaştan dönünce bir  kısım esir kadınlar kendilerinin ümmü’l veled olacaklarını ileri sürmüş, bu itiras bazı mezheplerce desteklenmiş. Soylu esirlerde kendi ülkelerinden altın getirmek karşılığında özgürlük istemişlerdir.

Bu konular halen, bugünkü Türkiye’de bile tartışılmaktadır. Bu koşullar altında kadılardan fetva istenilmektedir.)

Baş Kadı         : Konuyu biliyorsunuz, Ordumuzun savaşta esir aldığı bir takım esir kadınlar, kendileriyle cinsel ilişkide bulunulduğunu ve ümmü’l veled olacaklarını ileri sürerek, köle olarak satılamayacaklarını ileri sürüyorlar ve bu ehli sünnet mezheplerinde destek buldu.  Büyük itiraslar var. Bu konuda bir karar verilmesi lazım.

Benim bildiğim kadarıyla Cabir b Abdullah’tan nakledildiğine göre, o şöyle der: Bizler, Hz Peygamber (sav) ve Hz Ebubekir zamanında ümmü’l veled sattık. Hz Ömer ise hilafete geldiği zaman bize bunu yasakladı.

2. Kadı            : Ama bizi bağlayan Hz Muhammed’in uygulamasıdır.

3. Kadı            : Hayır, bu yasaklama Hz Ömer değil, bizzat Hz Muhammed tarafından yapılmıştı. Şu hadis onundun : “Ümmü’l veled cariye satılamaz, hibe edilemez, miras olarak bırakılamaz. Efendisi olduğu sürece ondan istifade eder. Efendisi öldüğü zaman ise o hürdür.”

3. Kadı            : Bu hadis kavil bir hadistir, ilk ise fiil bir hadistir. KAVİL FİİLDEN ÜSTÜNDÜR. Hz Muhammedin bu sözünün bir tanığı da Hz Ömer’dir ki, o bu yasağı koymuştur.

Baş kadı          : Öyleyse Cabir b Abdullah yalan mı söylemiştir ?

3. Kadı            : Bu hadis Resulullahın ölümüne yakın söylediği bir hadistir. Duymamış olabilir.

Baş Kadı         : Peki, bu hadis vardı da, Hz Ebubekir neden satıma engel olmadı ?

3. Kadı            : O da duymamış olabilir. Zira onun dönemi pek kısa sürmüş,  daha çok dinden ödenenlerle uğraşılmıştır.

Ayrıca Hz Muhammed’in izin verdiği bir şeyi Ömer’in yasaklama yetkisi olabilir mi? O yasakladığına göre ise mutlaka elinde sahih bir hadis olması gerekirdi. Yoksa Ömer’in Resulullahın iradesini  ketmetme yetkisi yoktur.

Resulullah’dan başkasının sünnet yetkisi yoktur.

Baş Kadı         : Peki Ömer biliyor idi ise,  Ebubekir’i neden uyarmamış.

3. Kadı            : Bu konuda elimize ulaşmış bir delil bulunmadığına göre, konuşma yetkisi bize düşmez.

Baş Kadı         : Benim demem o ki, Resulullah zamanında ümmü’l veled satılabiliyor ve Hz Ömer bunu yasaklamış olsa bile, şimdi mübarek gazada bulunan müslüman gazilerimizin da haklarına düşeni satması gerekir. Aksi takdirde bir daha ordu toplamakta güçlük çekeriz. Allah bizi bundan korusun. İslami cihadı kesen müsebbibler olarak lanetleniriz. Ben bunu göze almam.

3. Kadı            : Yanılıyorsunuz. Bakın Hz Muhammed zamanında uygulama açıktır ve onun emridir. Zira, Mustalıkoğullarına yapılan baskında bulunan sahabe Ebu Said el Hudri anlatır ki;

“ Benü Mustalık üzerine gece baskını yaptık. Tutsaklar arasında Arab’ın en güzel kadınları bulunuyordu. O sırada kadınlar iştahımızı çekti. Bekarlık bize zor gelmişti. Ancak peygambere sormadan edemezdik. Gidip ona sorduk. O da azıl yapmamak kaydıyla cinsel ilişkide bulunabilirsiniz dedi” bu hadis hem Sahih-i Müslüm hem Sahih-i Buharide vardır ve itirazsızdır.

Bunun iki sebebi vardır, birincisi peygamber’in “Tanrı’ya ve ahiret gününe inanan bir kimseye, başkasının menisinden temizlenmedikçe, hiçbir tutsak kadınla cinsel ilişki kurmak kimseye helâl olmaz” hadisidir.

İkincisi, azl olduğunda, kölenin hamile kalma ihtimali belirir ve haliyle ümmü’l veled, yani  hür bir kimsenin çocuğunun anası olması hesebiyle satılamayacak olmasıdır.

Baş Kadı         : Ya kadın azl yapıldığını, asker yapamadığını söylerse ?

3. Kadı            : Tabii ki müslümanın beyanı üstün tutulur.

Baş Kadı         : Öyleyse, fetva : Savaşta esir alınan kölelerden, sahiplerince cinsel ilişkide bulunulup da azl yapılmış olanlar ümmü’l veled olma ihtimaline göre satılamaz. Hibe edilemez, miras bırakılamaz. Ama azl yapılmamış olanlar serbestçe satılabilir.

Azl konusunda sahibinin beyanı esas alınır. Allah her müslümana yalanı lanetlemiştir. Azl konusunda yalan söyleyen sahibi azapların en büyüğü beklemektedir.

2. Kadı            : Bir de halifenin istediği köleyi bedelini ödeyerek, sahibinin rızası olmaksızın alabilir mi? Muktedir’in böyle bir isteği var.

3. Kadı            : Aynı Ben-ü mustalık baskınında Mustalıkoğulları reisi Haris’in kızı Cüverriye anamız paylaşımda Sabit İbn Kays’a düşmüştü ve peygamber bedelini ödeyerek onu aldı. Bu hususta hiçbir tereddüt yoktur. Fetvaya halifenin seçme hakkı olduğunu ekleyelim, Allah ondan razı olsun.

Baş Kadı         : Şimdi de bir kitabet bedeli meselesi var. Son derece önemli. Esir olanların birçoğu soylu ve zengin. Bunlar özgür kalma bedeli olan kitabeti ödeyerek hemen hür kalmak istiyorlar.

Burada çözeceğimiz, kitabet bedelinin toptan ödenip ödenemeyeceği, mutlaka taksitle mi ödenmesi gerektiği ? Ayrıca halifenin kararıyla kitabet bedeli ödeyen kimselerin sahibini rızası olmadan da hür kalmaları mümkün mü ?

Dahası kitbet bedelinden vergi alınıp alınmayacağı ? Hazine bom boş. Savaş nedeniyle aşırı borç var tüccarlara.

2. Kadı            : İmam malik’in “el Muvatta” isimli isimli eserinde bu sorun şöyle çözülmüştür. “El Furafise mukatebi, yani özgür olmak isteyen kölesi ile bir kitabet yapmış ve ödeme taksite bağlanmıştır.

Ancak köle taksitleri toptan ödeyip özgür olmak isteyince efendisi reddetti.

Bunun üzerine Mukateb Mervan bin Hakem’e başvurdu. Mervar ise, kitabet  bedelinin hazineye ödenmesini, kölenin de hür oldurduğunu bildirdi el Furafisa taksitleri hazineden aldı. Sorun böyle çözüldü ve hazinenin ihtiyacı olduğu şu aşamada bu adil bir çözümdür.

Baş Kadı         : Ama Mervan’ın hadis koyma yetkisi yoktur. Hz Muhammed’in bu yolda bir davranışı var mıdır?

2. Kadı            : Vardır. Besire isimli bir köle sahibiyle dokut taksitte 360 dirhem karşılığında özgür kalmak için bir kitabet akdi yapar. Taksitlerden dördü ödendikten sonra, dara  düşer ve Hz Aişe’den yardım ister. Hz Aişe geri kalan taksitleri ödeyerek, sahiplerinden azat etmek üzere Besire’yi kendisine satmalarını ister.

Durum Hz Muhammed’e bildirilir. Peygamber de bunun mümkün olduğunu, ama kölenin vela hakkının isterse taksidi ödeyende kalacağını belirtir.

Eğer kalan beş taksidi köle toptan ödeseydi de özgür kalacaktı.

Baş Kadı         : Diğer soruna gelelim ; halife sahipleri istemezse bile, bir kitabet bedeli saptayarak köleleri azat edebilir mi ?

2. Kadı            : Bu çok açıktır, Hz Muhammed hiçbir bedel olmaksızın binlerce savaş esiri köleyi özgür kıldığına göre, halife neden kitabet karşılığı özgür kılmasın. Ayrıca hazineye yüklü bir ödeme yapacaklar varmış. Bu da kâfirlerin parasıyla daha nice cihat demek.

3. Kadı            : Peki, kitabet bedeli taksitlendirdiği ve köle mukatebin acze düştüğü durumda ne olacak. Taksitler bitmeden öldüğünde ne olacak. İkincisi, mukatebin yalnız kendisi mi, karısı ve çocukları da özgür olacak mı?

2. Kadı            : Birçok islam âlimin ve mezhebinin uyuştuğu husus şöyledir. Mukateb kitabet bedelini belli oranda artıarark öderse eşi ve çocukları da özgür olur. Taksitler bitmeden ölüm veya aciz halinde, karısı satılarak çocuklarının özgür kalması sağlanır. Yok eğer bu satım bedeli de yetmiyor ise, mukateb özelliklerini yitirerek sahiplerine köle olarak geri dönerler.

Baş Kadı         : Çok karışık oldu ama neyse. Zaten ilim herkese açık olsa, biz burada olmazdık.

3. Kadı            : Ya vergi meselesi ?

Baş Kadı         : Tüm alım ve satım gelirleri vergiye tâbi tutulmuştur. Bunun köle olmasıyla, pamuk olması arasındaki tek fark, pamuktan okka başına vergi alınmasına rağmen, kölenin ağırlık hesabına bakılmaz.

Şişman köle ağır pamuktan değersizdir zira.

Baş Kadı         : Sen ne dersin ya Hallac ?

Hallac             : Çözümünüz çok adil.

Baş Kadı         : (Şaşırır) Demek bizi en azından bu konuda onaylıyorsun ?

Hallac             : Onaylıyorum.

Baş Kadı         : (Hayretini gizleyemez) Nasıl olur ?

Hallac             : Sizin kararlarınızdan kuşkunuz mu var ?

Baş Kadı         : Hayır, katiyen. Biz kitap ve sünnet dışına çıkmayız.

Hallac             : Kitaba ve sünnete uygun olanı benim onaylamamda ne beis var ?

Baş Kadı         : Ne bilelim.

Hallac                         : Bilmiyorsanız neden sordunuz ? Ya da bilmediğiniz şeyleri sorun. Kesin biliyorsunuz bana neden soruyorsunuz, bilmiyorsanız neden fetva veriyorsunuz. İnsan ancak ne bildiğini bilir, bilmediğini bilmesi de bilmeye dahil. Siz bildiklerini sorduğunuza göre, demek ki bilmiyorsunuz.

Baş Kadı         : İlim Çin’de bile olsa gidip almak gerekmiyor mu ?

Hallac                         : Gidin o zaman. Burada saray  duvarlarından dışarı bile sızmıyorsunuz. Hem ben Çin değilim ki.

Baş Kadı         : Sana da soralım dedik.

Hallac             : Soruyu soran sizsiniz. Her sorunun cevabı, sorunun içinde gizli. Soru bu yüzden cevaba şartlı bir (puşt) zulasıdır. Kurt kapanıdır.

Siz en iyisi mi tek olanın nasıl bir olacağını sorun. Ben anlamam bu işlerden. O zaman insanların kaderi hakkında karar veren ikinci bir otorite var mıdır, söylerim.

Bu şeriat içinde tüm cevaplarınız doğru, sorun şeriatin dışından bakmada. Bu şartlarda yalanlara inanmayanlar sadece aptallardır.

Hallac fetvanıza  karşı değil, sadece bu problemin varlığına karşı.

Baş Kadı         : Sen fetvamıza karşı mısın, değil misin ?

Hallac                         : Yeryüzünde tek bir köle var ise özgür olmamış, evet. Köleler var olduğu sürece fetvalar da var olmalıdır. Ama kölelerin özgür kalması için hayır.

Baş Kadı         : Allah indinde doğru konuş, bu çözüm adil mi değil mi ? Adalete uygun değil mi ?

Hallac                         : Adalet lokal bir durum, ben ilahi adalet, yani özgünlük istiyorum. Bu yer ve zamanla mukayyet değil. Adalet için birinin suçlu olması gerekir, oysa bu insanlar sadeace köle.

Baş Kadı         : Fetva vermeyelim mi yani ?

Hallac                         : Sadece adalet fetvayla dağıtılmaz. Hem sizin kararlarınız birer iktisadi faaliyet, devlet-i siyaset gibi geliyor bana. Değil ilahi faaliyet.

Baş Kadı         : Kim yapacak bu işleri, söyler misin bana ?

Hallac             : Kölleri kim satıyorsa o yapacak. Siz Allah’a sığının bu işlerden.

(Kendi kendine söylenir)

Sizin krallarınız kral, Tanrı’larınız Tanrı olarak kaldıkça, köleler köle, soylular soylu olarak kalacaktır. Şuraya bak, parası olana özgürlük fetvası veriliyor, bir savaştan sonra zafer parası olanın özgürlüğü üzerine kurulu bir masal. Parası olan özgürlüğün bir yolunu bulur elbet, bu demek ki özgürlük zaten fukaraya gerek. Özgürlük ol emriyle olanın adının hizasına yazılmış taksitsiz bir ilahi iradedir oysa.

Paran varsa özgürlük istemek nene gerek. Daha akıllı olmak gerek. Demek ki özgürlük köleye gerek. Özgür olmadıkça tüm köleler adaletiniz para demek.

Şimdi icab-ı fetva üzere, soylular saraylarına, fakirler köle pazarlarına avdet. Ey ümmet-i müslüman bu ne adet. Hangi kitapta yazılı.

(Sonra sahneyi terk edip gider)

(Çıkarken)

3. Kadı            : Ya Hallac bir olan nasıl tek olur ?

Hallac                         : O’nun adaletine yine O’nu şahid tutarsanız. O’nun birliğine yine onu şahid tutarsanız.

(Halife girer)

Muktedir         : Allah kolaylık versin hepinize.

Baş Kadı         : Sağ olun, Allah sizden razı olsun. Nasıl oldu hastalığınız ?

İyileşme var, henüz pek iyi sayılmam.

2. Kadı            : İnşallah en yakın zamanda şifa bilirsiniz. Dualarımız sizin için. Allah devletimizi başsız bırakmaz. Başı olmayan ceset kokar.

Muktedir         : Fetva hazır mı?

Baş Kadı         : Hazır, yazıp ileteceğiz size.

Muktedir         : Hayırlı olur inşallah hepimize. Benim fetva istediğim bir ki konu daha var, lütuf buyurursanız. Birincisi, delilerin müslüman olup olmadığı  ve vergi verip vermeyeceklerini karar bağlayın. Birçok kimse deli raporu alıyor vergi vermemek için. Malları arttıkça akıllarını mı kaybediyor bunlar. Bir de sağırların ezanı duymayarak namaz kılmamaları halinde uygulanacak hükümler ve körlerin namaz zorunluluğu hakkında görüş bildirin. Siz istirahat buyurabilirsiniz.

                       (Kadılar çıkar. Bir askeri yetkili girer)

Askeri Yetkili : Fethedilen yerlerin raporu ya halife.

Muktedir         : Sırayla göz atar. Allah allah, bu Mardin’liler toptan müslümanlığı seçmişler.

Onlar ilk fetihde de toptan müslüman olmuşlardı. Bizans girince yeniden

Hristiyan oldular, ne oluyor böyle.

Bir Mardinli din değiştirince, topu birden mi değiştiriyor. Hiç istisna yok mu ?

Cizye gelirimiz sıfıra indi neredeyse. En az 5000 Mardinli cizye verecek. Bunu sağlayın. İflah olmadıklar ıiçin bir kısmının din değiştirmesi kabul edilmesin.

Özellikle zengin olanları.

Askeri Yetkili : Çok uğraştık, Hristiyan olduğunu söyleyen yok.

Muktedir         : İnanmayın. Korkuyorlar ise güvence verin. Hristiyan tabanın canına, malına, ırzına dokunulmayacaktır. Akit imzlansın gerekirse. Ehli kitabın yaşam hakkına dair hadisler de eklensin.

Muktedir         : (Kendi kendine) Nereye gölgemiz düşerse, birden herkes sıtkı candan müslüman oluyor. Çoğalırken ümmet bir taraftan, geliri azalıyor hazinenin, diğer taraftan. Divan defterine kayıtlı sayısı artıyor; askere ödenecek ata azalıyor. Oysa daha da çoğalması için ümmetin, atalıran zamanında ödenmesi gerek. Gaza daha çok asker demek. Gelirimiz artmazsa kazan kaldırı askerler. Daha önce üç halife arka arkaya, öldürüldü Türk komutanlarınca.

Halifeliğin yaşaması için, fethedilen yerlerde hali vakti yerinde olanların Hristiyan kalması en iyisi. İslamın tebliğinin yayılması bağlı cizyeye, cizye bağlı ehli kitaba.

(Halife burada Türk askerler için söylenir)

Allah muhafaz, her kan katledilebilirler beni, paralı askerlerin Türk hepsi. Söz sahibi komutanlar Türk. Ezcümle mutlaka verilmeli ataları. Zam isteyince, dirhem içindeki bakır oranını artırıp, artırdık atalarını. Es kaza bir de anlasalar iktisattan savaşta anladıkları kadar, anında kanım kaynar. Ot tıkarlar alemin canına. Abbasoğullarının adı kalır mezar taşlarında. Hutbe okunurken adımıza, okunur ruhumuza el fatiha.

 

 

 

 

 

PERDE: 3

SAHNE:7

 

(Muktedir ve Hallac birliktedir. Hallac bir ilaç karışımını halifeye verir. Onuncu gündür. Bir miktar iyileşme gözükmektedir)

Muktedir         : Sayende iyileştim, yaptıklarını unutamam. En hassas bir zamanda sağlığıma kavuşuyorum.

Hallac                         : Düzeleceksin inşallah, ya Muktedir. İlaçların nasıl yapılacağını baş hekiminize anlatayım.

Muktedir         : Sağ olun, kalsın. Yararından çok zararı dokunur bize. Güven olmaz bir gözün diğerine iyileştiğime göre cevaplar mısın geçen sorduğum soruyu?

Hallac             : Siyasetinizi beğeniyorum ya halife, siyasetinizi beğenmiyorum ya halife.

Ben söylüyorum, mevzu din kurallar getiren din şeriattır, hakıykatın dış görünüşüdor, zahirdir, misaldir. Hakikat batındır, memsuldür. Zahir olan tarih, yani siyasi tarih alemin teselsül ve devreleri, aşama ve dönemleri boyunca sürekli dalgalanma ve değişim içindedir. Siz ve biz bu değişim önünde sürüklenen nesneleriz. Oysa, hakikate dayalı tarih hiçbir oluş ve var – oluş biçimine tâbi ve onunla kayıtlı bulunmayan ilahi bir tarihtir.

İlahiyatı siyasetin rüknü sayarsanız, tıpkı siyaset gibi ilahi gerçekler, din de anlık ve sürekli dalgalanma ve değişmelerle olmadık mecralara sürüklenir. Hem de kendi mecranın tam tersi yönlere.

Oysa ilahi tarih hiçbir siyasi ve iktisadi oluş biçimlerini bağlı olmayan dikey bir kişisel manevi irşad tarihidir. Siyasi tarih yataydır, genişlemecidir, yayılmacıdır, şartlara boyun eğer. Para ve güç ilişkilerine dayalı ve kan ve gözyaşı üzerine kuruludur. Bu bakımdan Bizans ile Abbasiler arasında bir fark yoktur. Örneğin Hristiyanlardan cizye alınması gerekir iken, kutsal kitabımız gereği, Muaviye cizye ödedi Bizans’a siyaset gereği. İlahi tarih ters yüz oldu. Bu normaldir. Siyasetten, ama aykırı dini akaide. Bu yüzden ben derim ki; ümmetin geleceği ayakları altındadır. Genişlemeye gelince, tarih yarın bitecekmiş gibi yapılan yanlış bir hesabın sonucu bu. TARİH YARIN BİTMEYECEKSE KÖK SALMALI DERİNE. BEZE GİBİ YAYILMAKTANSA YÜZEYE. “Vakte inanmayanlar onu hızlandırmak isterler. İnananlar kaygılı bir saygıyla beklerler. Çünkü vakit hakikatın ta kendisidir. (Şura suresi 18. Ayet)

Muktedir         : Ne yani, islam ümmeti devletsiz, başsız kalıp kâfirlere yem mi olsun?

Hallac                         : Ben tam tersini söylüyorum. İnancın siyasetin temeline koyunca, zararı inanca verirsiniz.  Siyaseti bağımsız sürdürün, ama sürdürün. Değilse güzel dinimiz siyasetle aynı kanlı havuzda kirlenir.  Ne yapacaksınız, yapın kendi adınıza, ne lütuflarınız ne de musibetleriniz atfedilmesin Tanrı’ya. Hem de dini uygulamalar indirgenmesin siyasetçinin keyfine.

Şimdi tüm yaptıklarınız ve sizden sonra yapılacaklar yazılacak islamiyetin hanesine. İslam tarihi kalkamaz bu yükün altından.

Rantçılar, vurguncular, rüşvetçe  bezirganlar, hazineyi soyan vezirler, riya aldatmaça, dalkavukluk, entrika, fesat ve gafil avlama bir sanat halinde; hepsi etrafında hilafetin. Reva mıdır yazılsın hanesine islamiyetin.

Bizzat sizin Bizanslı gözdenize verdiğiniz mücevherin değeri 500.000 dinar, bir yılda bulamazken kocası cihatta ölen yetim anası 50 dinar

Bu sayılıyor islamiyet, bu halde

İslamiyette  bunlar meşru sayılacak ilerde.

Tüm sui misaller kovacak misalleri,

Sui misaller emsal olmayacak ?

Zenc isyanında öldü 500.000 kişi

Issız kaldı şehirler, çöle döndü, harebe, viran

Bir o kadar Karmati isyanında,

İslamiyet bu kadar zındık mı üretti dersiniz

Kendi siyasetinde,

Yoksa sorun mu siyasetin kendisinde

İktidar güç sahiplerinin elinde, bir oyun ;

Din bu oyunda okka altına gideceklerin mezarlık bekçisi

İçince siyaset iksiri

Din boranları, valiler, savaş ağaları, vüfud ve aşiret şefleri, ordu komutanı Mu’nis el Muzaffer, Polis şefi (Sahih üs Şurta) vezir Hamit, İbn ül Furat, Ali bin İsa kâfir ilan edip sizi indirmedi mi iki defa. Kim çeviren küfrü imana, kâfiri halifeye. Güç ve para yani siyaset değil mi ? Sizden onay alarak öz kardeşiniz öldürten siyaset değil mi ? Öyleyse ayırmak iki tarihi birbirinden, kırık çizgili dik açıyla bir diğerinden.

Onbeş vezir değiştirdiniz, hat üstadı ibn Mukla’yı öldürttünüz vezir iken, din adına siyaseten Değilse, din siyaset haline geldikçe, siyaset gelecek din haline.

Din adına siyaseten halife el Mütevekkil oğlu tarafından öldürülmedi mi ? El Mutaz’ın annesi 1.000.000 dinari varken zulada, oğlunu kurtarmak için 50.000 dinar fidye ödemeyi reddetmedi mi ?

Din adına siyaseten küfe valisi Ziyad Muaviye’ye muhalefet edenlerin omuzu üstünde baş bırakmadı, Ubeydullah Yezid’e biet etmeyen Ehli beyt’i Kerbela’da kana bulamadı mı ? Üç yaşında çocuklar vardı içlerinde, kâfir olarak öldürülen.

Hangisi yazılacak tarihe, zillete biat edip yaşamaktansa şerefli ölümün sesine kulak veren Ehli Beyt mi, Yezit ve Ubeydullah mı ? Birinciler ilahi, ikinciler siyasi tarihe yazılacak. İslam ümmetinin omuzuna yüklemeyin bu yükü. Yine Hz Ali’nin torunu Zeyd’nin cesedi iki yıl darağacında asılı bırakılmadı mı?

Din adına siyseten İbn Zubeyr mi, Mervan mı halife olacak diye Kelbi ve Kaysi kabilelerini Merc-i Raht savaşında, islam hilafeti onbinlerce müslümanın akan kanı üzerinde yükselen bir güç savaşı değil miydi ?

Yoksa bunlar islamiyet miydi?

Kâbe’yi topa tutan Hacac islam ordularını komutanıydı, 120.000 can aldı. Doğu ülkelerinden zaferle dönen İbn’ül Eşas namı arttığı için öldürüldü, din adına siyaseten. Hacacas tarafından, belki rakip olabilir diye iktidara.

İktidar ateşten bir top, değen ölür. Bu değil mi siyaset, bu siyesetin din neresinde, neresinde velayet.

Türk ellerinde fetih yapan; bu kan dökme demek zaten Kuteybe ve Muhammed bin Kasım da ün kazanınca öldürüldü. İslamiyeti yayan komutanlar, iktidara yaklaşınca yaklaşır onlara sevgili ölüm.

744 yılında Ebu Avn Mervan ordularını bozguna uğratınca kim şehit idi, kim kâfir ve görülmemiş zulüm, tüm emei soyu geçirildi kılıçtan. Mezardan çıkarılıp yakıldı ölleri.

Aynı şey oldu Emevileri deviren isyanın önderlerine. Seleme öldürüldü evvela Abu’l Abbas tarafından. Ebu Müslim yine uğradı aynı akıbete. İmam Hasan’ın tüm soyu hapsedildi Medine’de, torunları öldürüldü.

Yıl 813 halife Me’mun kardeşini öldürdü din adına siyaseten. İktidara talip olabilir diye. Harun Reşid aynı veçhile kardeşi İbrahim’i Daha saymıyorum yığınla bilgin, simyacı, filozof matematikçi, astronom İbn Mukaffa, İbn Ravendi, Cabir bin Hayvan, Nasr’ı Huzai, İmam Hanefi inhak binar edildi.

En kabasından güç ve iktidar, para ve kan, rüşvet ve talan zulüm ve haksızlık, eşitsizlik ve adaletsizlik üzerine kurulu bu tarihin kapısına islamiyet yazılacaksa,

Ben girmeyi reddederim

Siyasetiniz çok iyi neticeten,

Eğer yaptıklarınız değilse din adına siyaseten.

Muktedir         : (Bu noktada bir miktar gözyaşı  döker)

Ne yapayım ey Muhammed bin Mansur el Hallac ne yapayım ki, talihsiz kader kahpe feleğin elinde bize hükmeder.

Hallac                         : Sizi üzmek istemedim. Siz siyasetin içindesiniz. Siyaset bağlı şartlara, şartlar gelişen olaylara, iradeniz defaeten bağlı olaylara.

Muktedir         : Senin akıbetini engellemeyeceğimi çok iyi biliyorum ey Muhammed oğlu, sen kurtarmışken hayatımı.

Hallac                         : Benim ne önemim var, senin ne önemin. Ne tecelli tekrar eder ne talih bir daha. Ne de tarih. Ve bir noktadan başlayıp dikine inen manevi irşad taihi bir kal işi değil bir hal işi.

Belki bu hal ile, hadisatın tazyikatı ve şeriatın baskısı altında ezilmeyen aşık kişi çekilip Ashab-ı Kesf’e küllen red ve inkar ederek bütün nizamı, zülmun ve kahrin kenarında saflığını taşıyacaktır. Zat’ı illahiye’nin Anlamı bu ki Ashab-ı Kesf’in çürümüşken her şey kirlenmişken herkes, karanlık bulutlar gökyüzündeyken red ve inkar ile çıkıp içinden rejimlerin saf kalabilme tavrı.

Taşımak için saflığı yüzyıllar içinden geleceğe.

Bunun için bir tarihleri yokken kendi içlerinde tarihi taşıyanlar, olayların baskısı altında renkten renge girmediler. Zaman, mekan ve imkana bağlı değişme göstermediler. Ne idiydiseler o oldular, öyle kaldılar. Televüne tâbi olmayıp, tevhidin akışına daldılar; bu aşkla yandılar, yok oldular. Kandilde yanıd var oldular. Bir adımda dünyayı, bir adımda kainatı aştı bir oldular. Yokdu var oldular, çokdu bir oldular. Yandı kül oldular, cüzdü kül oldular. Birdi tek oldular. Tekde bir oldular. Aşık ve maşuk oldular.

Senin yeter mi gücün ey Muktedir

Kurtarmaya beni bu oluştan

Ve belki ümmetin geleceğini karartan

Bu tarih,

Yanan aşıkların aşkının aleviyle

Aydınlanır.

Yüzü hürmetine onların,

Bir nebze yüzü temizlenir.

Muktedir         : Allah’ın aşkına yanmalıyız hepimiz,

O’nun aşkıyla tutuşmalı kalbimiz.

Hallac             : Ateşin adını anmakla dili yanmaz,

Kimsenin

Söz bir form, mânâ özdür

Yareleyip aşığı derman olmayan dildir.

Gösterip, gösterip yareyi,

Geç burayı Hallac

Haline bırak dil ile mânâyı

Geç birkalem

Yazan tek bir kalem

Tek bir hecede

Kendi varlığına nasıl görülecekse

Şeyleri öyle yaza

Hayat yazılmıştır ama dilde değil,

Aşk yaşanır haldedeir, kalde değil,

Muktedir         : Kusura bakma, tam bilmediğimden detayları, katılamadım konuşmaya

Ağrılarımda biraz arttı. Monoloğa döndü konuşma.

Hallac             : Monolog kelimesi daha literatüre girmedi ya Muktedir

Muktedir         : Litaratürde öyle, girmedi daha dile.

Hallac             : Söz, yazı, dil neki

Hayatı nasıl tarif ede

Her şey tek bir hece

Aşk bu heceden yüce.

Muktedir         : Sanırım son toplantıdaki konuşmalarım gammazlanmış. Benden gizliyorlar şimdilik, ama yeniden yargılayacaklar seni.

Hallac             : Kim engelleyebilir akar suyun denize hasretini.

Muktedir         : Düşüncelerinden çok yararlandım,

Yine de doğrusunu Allah bilir

Amenet ol Allah’a

Hallac             : O gelip geçenlerin ve geçeceklerin bekçisi değil alemde,

Ama sen de sağol

Ben gidiyorum, siz istirahat edin

Zaten hepimiz yorgun gelir, yaşarken dinleriz dünyada

(Işıklar kararı, çıkarlar)