PERDE : 2
SAHNE : 1
(Bir arastada Hallac ve bir tüccar oturmuştur. Bir köşede kahve içerler. Orada hamallar kan ter içinde pamuk balyaları taşımaktadır. Bu arastada köleler, köylüler, dervişler, aydınlar, lumpenler, demirciler, keresteciler, uncular, hallaçlar, kasaslar, nalbur, duvarcı, kilimci, keçeci, dokumacı, sabuncu, bakırcı, şapkacı, baharatçı, kerpiçci, tefeci, ekici torbacı ve hamallar bulunur).
Tüccar : Sizi iyi gördüm el Hallac.
Hallac : Sadece iyi gördün. Görünen her şey geçicidir.
Tüccar : Doğru söylüyorsun ya Hallac. Ömür boyu çalıştım, didindim. Ömrüm tükendi, telef oldum, şu gördüğünüz hanı yaptırmak için. Hayat fani, Hak baki. Biz sadece bekçileriyiz malın mülkün, emanet hepsi.
(Bu arada bir hamal sırtındaki yükü indirir, arka cebinden çıkardığı mendil ile alın terini siler. Ve lafa girer.)
Hamal : Doğru söylüyorsun ya haci!
Sen çok yorulmuşsun. Bir yılda ben beklesem senin şu emanetleri.
Tüccar : (Hamalı yanına çağırır.) Gel buraya bakayım, gel gel. Sana bir şey söyleyeyim. (Beş dirhem çıkarır uzatır.) Al şu beş dirhemi ve kimseye bir şey söyleme.
Hamal : Neden!
Tüccar : Bütün müslüman kardeşlerim beraber beklemeye kalksa, sana bu da düşmez bekçilik ücreti. Bizim malların bekçisi olduğumuz kitapta yazar. İslamın temel düşüncelerinden biriydi bu, değil mi el Hallac?
Hallac : Düşünceler harflerdedir, hayaller de düşüncede. Oysa Onun ihlasla zikrolunması harflerin ve düşüncelerin ötesindedir.
Tüccar : Bana müsaade biraz işlerim var da.
Hamal : Güle güle ya haci, bekçilik yine mi? Tekrar beklerim.
(Hallaca döner)
Sen ne dersin bu işe ya Hallac. Halife Bizanslı sevgilisine 500.000 dinarlık mücevher takarken, benim hisseme düşen beş dirhem. Bütün müslümanların malı ortak değil mi?
Hallac : Mülküyet bir küldür.
(Yanlarına hemen iki köle yanaşır ve fırsat vermeden söze karışırlar.)
1. Köle : Kül ne demek, açık konuş bizimle.
2. Köle : Ey sufi, Kuran köleliği tamamen reddetmiyormu ki toprağımız yok iken, belki de bu yüzden özgür de değiliz. Bize söyle.
Hallac : Ama kölelere iyi davranılmasına vaaz ediyor.
2. Köle : Bize hiç davranmasınlar daha iyi?
1. Köle : Efendim ebu Kavsın var 4000 kölesi. Yüzümüzü gördüğü yok ki, iyi davransın. Sabahın sifiri karanlığından gece yarısına kadar imanımız gevriyor tarlada, bağda. (Ellerini gösterir) Bak ellerim paramparça, çorak toprak gibi çapa, hergimat, yaba, bel işinden. Yarı belimize kadar cünüt içindeyiz bu da cabası. Mülkiyetimiz olmadığı gibi yok hürriyetimiz de.
2. Köle : Topraktan yasak ayrılmamız. Her gün atlılarıyla bölüyorlar nazlı, sabah, seher uykularını çocuklarımızın. Alınıp satılıyoruz, hibe ediliyoruz. Çocuklarımız köle olarak doğuyor. Efendi acze düşünce de en güzel kızlarımız satılıyor evvela. Sağlıklı çocuk doğurunca kadınlarımız, koparılacak diye bağrından, sevinecek yere gözleri kan çanağı ağlıyor kahrından. Sırtımızdan sırımlık, karnımızdan kayışlık alıyorlar.
Hallac : Sabretmenizden başka çare yok. Sabırla şerbet bile şarap olurmuş.
1. Köle : Şarap içmek günah olduğuna göre... sabır da günah.
Hallac : Siz sabır şarabıyla sarhoş olun ve bekleyin
Gün gelir,
Gün gelir meğer,
Günahlar olur sevap.
2. Köle : Tüm ümmet eşit değil mi Tanrı indinde? Ama onlar salkım söğüt gölgesinde , safahat içinde. Al yanaklı çocukları yedikleri önlerinde yemedikleri arkada.
Biz yarı aç, yarı sefil, yarımız öksüz, yarımız yetim güneş altında. Tamamımız düşkün kadınlarımızın göğüsleri kuru. Çocuklar sıtma ve vebadan heba. Üstelik onlar yağlı ve tımbıl bizim ürettiklerimizle. Ayrılık var mı kul ile kul arasında.
Dahası, biz zengin müslüman kardeşlerimizin diyeti miyiz Tanrıya? Oruç kaçırınca, adam öldürünce, namaz ıskatında telefi için günahlarını bizi özgür kılarlar. Ve üstelik fazladan sevap alırlar. Bizden daha avantajlı girerler hesap gününe. Ayrılık yok ise de hak ile kul arasında, farklılık muhakkak gibi geliyor bize.
Hadi diyelim oruç kaçırmam na-mümkün, çünkü hep açım. Ama ben namaz kaçırınca ne ile telafi edeceğim? Kendimi özgür kılarak mı? Buna kitapta bir bap, bu konuda bir meal var mı ey Hallac söyle bize?
Efendi ölünce ıskat namazı için parası var, bizim ıskatı bırak kefen paramız bile yok.
1. Köle : Ne değişti cahiliyeden beri? Orada da, burada da aynı kabile, aynı asabbiye, aynı fenail, aynı aşair, aynı ama ir aynı vüfud.
Toprak, su ve bil cümle mülkiyet yine ellerinde Mudaroğullarının, Sahraoğullarının, Şekhamoğullarının, Maaddoğullarının, Becileoğullarının, Hasamoğullarının. Köleler yine köle aynı oğulların.
Tanrılar Tanrı, insanlar insan iken
Gökyüzü akitleri ve yeryüzü kutluları
Ve kölelerin tüm umutları
Yorgun yağmur bulutları gibi
Tükenmektedir.
Ve umudun insicamı yüreklerimiz.
Kaderin yükünü taşımaya,
Yetmemektedi.
Yeryüzünün fatihleri şimdi,
Gökyüzünü fethetmek istemektedir.
Bunun bedeli olarak,
Kölelere iye davran denilmektedir.
Kölelere davranılmasın en çıkar,
İyi davranmayan efendiye hiç yoksa,
İsyan çıkar.
2. Köle : Ben kurban kesemem, hacca gidemem, zekât veremem, ezelden orucum hep: İşine gelir efendinin. Bu dünyadaki hırizmalar gibi öbür dünyadaki cennet sarayı da onların. NE DEĞİŞTİ, NE DEĞİŞECEK
1. Köle : Bu dünya ile sınırlıyken sefaletimiz, öğrendik ki ölmekle bitmiyor hayat, öbür dünyaya da taşında ıstırabımız.
Hallac : Kuran Tanrının emridir, ama iradesi değildir. Emir bu yönde.....
(Sözünü bitiremez...)
1. Köle : Bugün gördüğümüz sadece baskı, zulüm ve kandır.
Hallac : Ama iradesi ise, baskı, zulüm ve kana karşı isyan yönündedir. Ve bu iradeyi hakim kılacak olan sadece kölelerdir.
1. Köle : Neden biz, bu da mı bize yüklendi?
Hallac : Çünkü, Tanrı sadece kölelerin adlarını Levhe yazıp, kaderlerini yazmadı.
2. Köle : Ne anlama gelir bu?
Hallac : Sadece kölelerin amellerinin ve akıbetlerinin ve kaderlerinin kendi ellerine terk edildiği anlamına gelir.
1. Köle : Amel nedir?
Hallac : Kurtuluşunuzdur ve bu imtiyaz başka hiçbir zümreye tanınmamış bir şanstır.
1. Köle : Ne yapmamız gerekir bu durumda?
Hallac : Salih emeller beslemeniz gerekir. Hiçbir müslüman iki efendiye birden kulluk edemez. Ya Tanrıya kulluk edip var, veya efendinize köle olacaksınız.
Seçme şansına sahipsiniz, tercih sizin. Ama bilesiniz ki, O, yalnızca O olan O, Onun Hası yalnızca Onun olan Ha efendilikte ortak kabul etmez. Birin tek olduğunu ikileyenlere deyin ki, TANRI İKİNİN BİRİ OLAMAZ.
Size, sadece size tanınmış olan bu hakkı yine kullanacak olan sizlersiniz. Medet ummayın bizden. Ben derim ki, ikiyi birleyecek olan, yani tevhidi kurtaracak olan sizlersiniz. Umut sizdedir. Umudu rüsva etmeyin. Aydınlığın üzerine karanlığın cevherinin salmak isteyenlere müsaade etmeyin.
1. Köle : Her tarafta ispiyon, korku ve ülmihal. Onbinlerce paralı muhafız var. Sınırsız baskı ve acımasız bir yargı var. Gerçekler bunlar, hayatın gerçekleri. Hiç akıllıca bir şey olmaz senin dediğin.
Hallac : Susturun yargıyı ve gerçeği
Özgür olmak için önce aklın zincirleri kırılmalı,
İsyan, o dev başını kaldırdımı bir kerre,
Silmek için cellatlardan kalan son izleri,
Hiçbir kılıç kınında uyuya kalmaz.
Korku kişinin kaderini değiştirmez.
1. Köle : Çaresiz, yoksul, perişanız. Ne yapacağız?
Hallac : İnsanın kölelikten kurtulması için,
Önce ruhunun özgür olması,
Ruhun özgür olması için de;
Özgür ruhlu olması gerekir.
Ben size gerçeği ve mucizeyi vaad ediyorum.
Gerçek haktır, mucize cüz.
Size özgürlüğü ve insanı vaadediyorum,
Özgürlük bir kül, insan sizsiniz.
Ancak kaderini kendi eline alanın
Özgürlüğü de kendi elinde olabilir.
(Susar)
Hamal
ve 1. Köle : Sahi ya söylemedin. Şu mülkiyetin de bir kül olması ne demek?
Hallac : Onu ne diyeni ne dinleyeni yaşatırlar.
Size önce özgürlük gerek.
(Sonra Hallac bir kağıt demeti çıkarır kölelere verir. Dinleyiciler artmıştır. Biz de duymak istiyoruz sesleri gelir. Kalabalıktan biri kapar kağıdı ve başlar okumaya. Hallac çıkar gider bu arada. Kalabalık görülmemektedir. Gürültüler sahnenin karanlık bölümünden gelir. Biri bağırır: Nereye ya Hallac.)
Okuyucu : İnsanların kaderiyle içinde yaşadıkları siyasi iklim ve rejim arasında sıkı bir bağlantı vardır.
Hilafeti saltanata çevirenler, şehvet esirleri, ikbal sarhoşları, zorbalar, zalimler, tiranlar, deha ve şan cellatları, kardeş katilleri, asabiyet melikleri, soyguncular, vüfudlar bu halkın kaderini gaspederek besleniyorlar.
Ve din baronları, işbirlikçi ulema taifesi destekledikçe siyasi ricalı ve onlar beslendikçe zalim sultanlarca, hakikatın tevarüsü katledilmektedir. İslamın geleceği katledilmektedir. OYSA HAKİKATIN ÖZÜ HÜRRİYETTİR. Ben ölümleri hep acı çekenlerin tarihsel dramlarını sergileyen insanların yolundan gideceğim. ZULME BOYUN EĞMEK TANRIYA HAKARETTİR. Bu nedenle yüreğimin beni götürdüğü, aklımın karşı koyduğu yere gideceğim.
Sevenlerin gönlündeki vesile makamına, aşk makamına ereceğim ve orada taht kuracağım. Ve siz ey karanlığın cevherini aydınlığın üzerine salan Berzah aleminin cellatları, siz ey zorbalar ve kaderimize ıstırap çektirenler yok olana ve aşkı bulana dek orada kalacağım.
RİSALETİNİZ VE HİLAFETİNİZ SİZİN OLSUN.
Sizin dünyanın saltanatı,
Sizin şairlerin naatı,
Sizin olsun ulemanın biatı.
Cariyeler sizin, sizin cizye, haraç sizin,
Sizin satılan köleler haraç-mezat.
Saraylar, hanlar, hamamlar
Ne varsa dünya malı haram
Amber kokular, altın takılar, yakut gerdanlıklar
Zulmünüz ve kahrınız,
Sevginiz ve muhabbetiniz
Sefayı safahatınız
Sizin olsun.
Sade bir aşk
Yani hak, hakikat
Ve hürriyet yeter bana.
Ey ümmeti müslüman size deniliyor ki, Tanrı dünyayı altı günde yaratmıştır. İnanmayınız. Henüz biz beşinci gündeyiz. Ve dürüst, ve namuslu, ve çalışkan, alnı açık, vicdanı pak insanlar; ne zaman saltanatınız hüküm sürecek altıncı gün o zaman dolacaktır. Oysa, iktidar ve güç sahipleri altıncı günü beşinci güne katmak istiyorlar.
Hayır! Altıncı gün mutlaka bir gün gelecektir; zira gerçeklik bir süreçtir ve durdurulamaz.
Altıncı gün Tanrının evreni insani bir varoluşu yeniden yarattığı bir gündür.
Gelmemiştir ama gelmesi sürmektedir.
PERDE : 2
SAHNE : 2
(Hallac Şıblinin kapısını çalır, Şıbli kim deyince, Enel Hak, kadiri mutlak diye cevap verir. Hallac ile Şıbli dosttur, şıbli dosttur, Şıbli zaman içinde Hallacın düşüncelerini öğrenip, benimseyen biridir. Bundan da öte aralarında hiçbir zaman son bulmayan arkadaşlık bağı vardır. Şıbli Türk kökenlidir. Zamanın siyasal yönetimi ile yakın bağları vardır. Kendisi Hallacın ölümünden sonra düşüncelerini sürdürmüştür. Deli olduğunu söyleyerek ve arada bir akıl hastanesine yatarak ölümden kurtulduğu belirtilir. Hallac taşlanır iken ona kırmızı gül atan iki kişiden biridir. Diğeri İbn Atadır. Bu konuşma esasen Hallac ile Cüneydi Bağdadi arasında geçmiştir.)
Şıblı : Kim o?
Hallac : Enel Hak, Kadiri Mutlak.
(Şıbli kapıyı açar.)
Şıblı : Buyur ya Hallac. Çok özledim seni. (Sarılır.) Ne dedin tam duyamadım?
Hallac : Enel Hak, Kadiri Mutlak.
Şıblı : Bu söylediklerinden Allaha sığınalım ya Hallac. Senin sonun kötü olacak.
Allah seni şirretin şerrinden korusun.
Hallac : Şer de sevap kadar nezdimizdedir.
Şıblı : Biliyorum, biliyorum da, şimdi tutup Tanrılığını ilan ettiğini söyleyecekler.
Hallac : Söyleyene değil, söyletene bak.
Musaya Eymen vadisinde bir ağaç bile
Ben Tanrıyım, Tanrı dedi de;
İlahi kaynakları kuruttunuz,
Tanrının sesini kestiniz.
Hakkın duyulduğu her ses
Zorunamı gidiyor, islam ümmetinin.
Şıblı : Firavunun da Enel Hak dediğini söylüyorlar ama.
Hallac : Firavun Ene dedi kendini ortaya koydu. Ben Ene dedim kendimi ortadan kovdum. O, Beni yitirip kendini mutlaklaştırdı, ben kendimi yitirdim beni görüyorum. Aynı sözler farklı anlamlar taşıyabilirler. Firavun kibrinden söyledi, Hakkı red, ben aczimden söyledim söyledim firavunu red. Söz söylendiği şeraitten koparılınca soyutlaşıp, mutlaklaşır. Her nakil bu yüzden. Hale bağlı olmayan kal boşinandır.
Şıblı : Doğrusunu Allah bilir ne diyeyim. Bir taksiratımız var ise O affede.
Hallac : Allahın seni aldatmasına izin verme. Ondan umudunu da kesme; aşkını Ondan dilenme, ama Onu sevmekten geri de kalma.
Şıblı : Tanrıya yemin ederim ki, senin sonun kötü olacak, öldürecekler seni. Benim gibi deli numarası yapıp kurtarabilirsin canını. Bak tasavvufun üstadı Cüneyt dahi seni reddediyor artık.
Hallac : Aşk bu,
Vaaz değil ki söylensin kürsüden
Bağrında saklı esrar
Nazlı, ne yapalım,
Kürsüsü darağacıdır o,
Doğrusunu kim bilir,
Ben-i Esra gibi seven ölür.
Şıblı : Her yerde seni suçluyorlar.
Hallac : El melame terk es selame. (Suçlamak selameti terk etmektedir.) O terk edenlerin işidir. Ben terk edemem.
Şıblı : Ölüm bir zemheri bulutu gibi çökmüş üzerine, korkuyorum öldürecekler seni.
Hallac : Seccademi suya sermiş bir ateşim ben,
Nemrudan korkmayan cana ateş (topu) neki
Ey içimdeki büyük korku ve silahlı ülmühal,
Seni yendiğim gün,
Belki yendiğim gün,
Belki öleceğim ama,
Özgür olacağım.
Bu yolda çıkardım tarikat hırkamı ben
Yanmışım aşkın ateşine
Sevda sıcağının çölleri neki,
Padişahım, padişahım,
Mekansızlık cevheri benim,
Fermanla yönettiğin dünya neki
Yasayla hükmettiğin ölüm neki.
Onlara de ki,
Zulmün senin olsun,
Ver ki mührünü;
Basak bağrına fermanının,
Ateşle yanan cana,
ferman neki.
Senin fermanın beyan,
Ben ki sureti görmüşüm beyan,
Aşkım cümle aleme beyan,
Senin beyanın neki
Ben derim Enel hak vaki
Mührünü ver ki,
Basak hakkın cevherine
Şıblı : Ne güzel söylüyorsun ya Hallac
Seni dinlemek müthiş bir korku veriyor bana,
Ne etsek ne eylesek zait.
Aşk üzerine bir dem daha söylesek.
Hallac : Bak işte,
Aşkın girdiği kapıdan kaçar korku, gider,
Aşkın bir sözü bile tüm korkuları yenmeye yeter
Söyleyeyim
Daldan bir gül kopardım,
Baş bir güldür ki kalmadı o,
Kalmadı gülnihal,
Bir tek herca-i menekşe,
o da her dem,
kırıldı kırılacak,
(boynu) nazende.
Şıblı : Aşk tam olarak nedir ya Hallac
Hallac : Kendi niteliklerinden yoksun kılındığında ve kendi vasfın Onun vasfından geldiğinde maşuğun huzurunda durabilme kudretidir.
Aşk araya giren bir ben olmaksızın Onun müşahedesidir. Oysa kimileri onunla aramıza kendi benlerini koyuyorlar da, oluyorlar bir kutb, bir rehber. Bu Zatı ilahiyeye şirk koşmaktır, koşmaktır şirke, yani bene doğru. İşte ben bu yüzden çıkardım hırkamı. Onunla aramda hail bu hırka. Her kul eyler bir ikrar hırka ve kutb olmayınca.
Şıblı : Ne güzel söylemiş şair :
Aşkın kanadından gümüş bir tüy düştü,
Bütün şehirler birbirine değildi
Yola girdiler... huzura geldiler
Ona aşık, birbirlerine dost,
Kendilerine düşman oldular.
İhvan şehrinin insanları
Bu şehri fena şahridir
Heveslerle dolu cennet nefis,
Aşk evi fena-i nefis,
Güzelliğin cennet tapusu,
Aşkın mülkü ulu bir derya,
Cennet aşk deryesında bir damla
Sevgilin bir cüz
Aşkın bir kül,
Güzelliğin söz
Aşkının bir töz,
Söz olma töz
Cüz olma kül ol
Tez ol, durmak menzilinde zaman
Kül iste, kül ol, kül gör, kül öl.
Şıblı : Aşıklara cennet neden hor görünür?
Hallac : Nefs ehline cennet verirler.
Bal süt, şarap verirler,
Huri, gılman verirler
Türlü meyvelerle
Zevk-ü sefa verirler,
Aşk ehline ilk verilen
Kendi kavrulan ciğerinin acısıdır
Bu acılarla aşıklar, cennette
Nefs ehline sıkıntı verirler.
Şıblı : Aşk ehline son verilen nedir ?
Hallac : Kandilin ışığı gerçeğin ilmi
İlmi sarmış cihanı,
O bir ışıktır, aydınlatır dünyayı
Kainat o ışıkla dolmuştur
İlmi sırrıyla
Kainat o ışıkla donmuş
İlmin sırrıyla
Kandilin harareti
Gerçeğin gerçeği,
Gerçeğin kaynağın hararet narın
Gerçek saracak ki dünyayı,
Alevi ısıtacak alemi
Aşk görünür mü hiç aşıkla,
Aşk ısınır mı hararetle, ısıyla
Aşk yetinir mi hiç hakaretle, acıyla,
Aşık ki gerçeğin hakkı
Isınmak için kendini alevin içine bıraktı.
Oysa, pervaneler hala dönmede,
Şekiller beklemede,
Ne ilimden bir medet buzlar çözülmede,
Ne gerçekten neşet ruhlar serinlemede
Ne resim, ne şekil, ne cisim, ne unvan,
İsimler hala beklemede
Vuslattan sonra hangi pervane döne
Aşka ulaşan
Kulak vermez habere
Habercilerin işleri haberi bekleyene
Ne aşka ulaşan aldırır aşka (cennete)
Ne maşuka ulaşan bakar aşıka
Ne sen düşün sonrasını yeniden,
Ne benim düşünmeye gücüm yeter bu yolda
Bununla başlar maceram yeniden
(Kapı çalınır, gelen ibn Hafiftir, İbn de Hallacın sufi dostlarından biridir. Sonuna kadar ona bağlı kalmıştır)
Şıblı : Buyur, hoş gelip, safalar getirdin ya Hafif
Hafif : Akşamınız hayırla dolsun.
(Hafif bir takım meyveler getirmiştir. Bir köşeye bırakır).
Şıblı : Neden zahmet ettin dostum.
Hafif : Düşündüm ki, acıkmışsınızdır. Hiç yoksa meyve atıştırınız.
Şıblı : Hayır ruhum sonuna dek doygun
Midemden haber yok
Ruhum doymuş olunca,
Karnım niye açlık çeke
Hallac ile konuşurken benim acıkmam imkansız
Hafif : Biliyorum. Durumu nasıl üstadın
Şıblı : Nasıl ola ki, iyi.
Hafif : Bir şey söylemedi mi?
Şıblı : Hayır, hayırdır.
Hafif : Zahiri şeriatının kurucu olan Davut oğlu Muhammed var ya tanırsın işte.
İşte o, platonik aşk diye bir şey yoktur, bunu söyleyen kâfirdir deyip hırpalamış üstadı.
Şıblı : Hiçbir şey söylemedi.
Hafif : Aşk yolunda her çileye sevinç duyar O. Söylemez bir şey. Kendini koymaz ortaya.
(Bu arada Hallac seslenir, onları yanına çağırır).
Hallac : Gelin oturun şöyle.
(Yanına otururlar, Hafif meyveleri açar, kimse yemez).
Hafif : Geçmiş olsun üstad, bir şeyin yok ya.
Hallac : Birden başka bir şeyim yok benim elimde. Onu da çok görüyorlar. Saldırı ondandır. Hep olmuştur, hep olacaktır. Bizim varlığımız bundandır, onların korkusu aşktan.
Hafif : Konuşmasan şu mandebur heriflerle üstad.
Hallac : Konuşmazsam aynı havuzda kirlenirim o zaman. Bak veli O kişidir ki, insanların günahlarını ve acılarını üstlenir. Halkın avuntusu ve imdadıdır O. Dünya için ise canlı bir suçlamadır. Varlığı zalimlere hakarettir. İnancın, aşkın ve umudun çığlığıdır. Dünyanın kötülüklerini üstlenir de, yükünü taşır Tanrının. Saf güzellikleri bırakır onda; müslümanlar sevsinler diye. Yine de korkarlar Ondan, demek ki aşkın gücüne inanmazlar.
Bu çığlık kaçırır uykularını. Üstlendiğimiz kötülükler görünür de gözlerine, anlamazlar nedeni, saldırıları bu yüzdendir.
Konuşmamak niye, benim tüm sufilerden beklediğim tavır budur. Onlar öyle miskin çekilip köşelerine kendi avuntu ve imdadlarıyla yaşarlarsa, kirleneceklerdir. Aynı havuzda, havuzdakilerle. ÖNCE TAVRIN BELLİ OLMASI LAZIM.
Hafif : Bir şeyler ye üstad. Bitkin görünüyorsun.
(Konuşmaya ara verip bir şeyler atıştırırlar. Bu arada Şibli gidip birisini bir tabaklar ve bıçaklar getirir. Soyup yerken konuşma devam eder)
Şıblı : Şu aşk hakkında yazdığını söylediğin Tasin var ya, yanlış anlamaları gidermek için onu çoğaltsak, belki durum değişir ya Hallac.
Hallac : Ben söyleyeyim sen yaz o zaman :
ADEM HUVVA HUVVADIR
ADEM İNSANIN TA KENDİSİDİR
ONDAN ÖNCE O BİLİNMEYENDİR
ADEMİN İRFANI TANRI
TANRININ İRFANI AŞK LİSANIDIR
Şıblı : Dur, dur bir dakika, kağıt kalem getireyim. (İçeri gider bir kağıt tomarı ve kalem getirir)
Bir daha tekrar edermisin ya Hallac.
(Hallac tekrar eder, Şıbli yazar)
(Sürdürür)
ADEM İNSANIN KENDİSİDİR
Aşk ise istenileni elde etme değil, ona sürekli talip olabilecek konumda bulunmaktır. Öyleyse aşk bilmek isteyenin bilmek istediğine en yakın durumudur.
O ışığa hakikatli bilme arzusu verir. Sonra bilim görüntü, görüntü tecelli, tecelil seyir, seyir de var varlık haline dönüşür. Kelimeler biter, ölüm hayat olur. Açıklamalar sona erer, işaretler silinir, mücadeleler yok edilir. Fena sona, beka kemale erer. Bezginlik ve endişeler gider, vesveseler yok olur ve olmayan kalır. Zamanın geçip ebedin kalması gibi. Aşk yok olacak ne var ise, yok olduktan sonra geriye ne kaldıysa yok olmayan, odur. Aşk yakılacak her şey yakıldıkta, yakılamayan ve sonsuza dek yanacak olan, ve yıkılacak her şey yıkıldıkta, geriye kalan ne var ise odur. O bir eksi bakiyedir, tüm toplamlıktan çıkan.
Kendinden ve her şeyden vazgeçmiş ve kendine ait görülmediği bir varoluş, var ve oluş biçimidir; özü kendinde mündemiç.
Bu noktadan sonra artık kim benim, kim erkeğim veya kadınımın derse şeytanla konuşmaktadır.
Şıblı : Bedensel aşk ve aşk uğruna yakılmayı da ekler misin üstad?
Hallac : Bedensel aşkta yandık yakıldık muhabbeti, ihaneti, nefreti getirir. Oysa aşkta yanılmaz, yanan şeyin kendisi neyse aşk odur. Aşık maddenin yanıcı cevheridir.
Maşukun cemalini görebilmek için yanmaya ve onu aydınlatmaya zorunludur.
Eğer aşık sevgilinin ihanetiyle muhabbetini keserse, yanmaktan müstağni olur ve maşukun keyfine uymuş olur. Eğer aşığa sevgilisi domuz götürse bile o bundan büyük bir keyif duymuş olur.
Gurur, kibir, onur, kin, nefret, kabile, aşiret tarikat muhabbet içinde erimiş olur.
Muhabbet insana
Muhabbetim sana
Muhabbetin sana
Yanmak insana olan muhabbettir. Dönüştürülmesin nefrete
Yakılmak aşkın cemalini celale çevirmesin
Ben diyorum ki size;
Adaletli bir dünya istiyorsanız,
Yargıdan vazgeçin
Yazılmış fetvalarla verilen hükümdür adalet
Besler nefreti bir yandan,
Bir yandan
Sinsice gelen gafil ihaneti
Ben diyorum ki, aşkın ve sevginin diyarına bir yol bulmak için
Ey dost uç dosta doğru,
Ey gönül git, aşkın gittiği yere git
(Sahne kararır çıkarlar)
PERDE : 2
SAHNE : 3
( Sahne aydınlanır. Yine Şıbli, Hafif ve Hallac vardır. Hallac bir baskına uğramış ve yaralı halde kurtarılarak Şiblinin evine getirilmitir. Sargılar içindedir. Omuzundan kılıç yarası almıştır)
Hafif : Geçmiş olsun üstad. Kalbim duracaktı bir an Rabbime şükürler olsun, şükür kavuşturana. Ne oldu böyle.
Hallac : Sehl el Tüsteriyi ziyarete gidiyordum. Yanında yolculuk yaptığım kervanlara baskın yapıldı. Yakalama emri varmış. Yaralandım. Kervan sahiplerinden ve adamlarından bir kısmı öldürüldü. Beni kaçırdılar sonra.
Şıblı : Bağdatta senin öldüğün haberi çıktı. Biz de bir hayli merak ettik. Halifenin birçok telinci şairi aleyhinde şiirler okuyorlar camilerde. Es- Salat Camia duyurusu yapılmış. Halife bir hutbe okuyacakmış. Sokaklar tıka basa bir hurç gibi dolu. Kimse evine girmiyor, Yer yer atlı süvariler kılıçtan geçirmişler kalabalığı. Hailfe devlet erkanını tekrar Samaraya taşıma kararı almış diyorlar. Yüklü bi kargaşa var, ölüler sokaklarda çürüyormuş, darmadağın. Kimse cenazesine bile sahip çıkamıyor. Yağmalanıyor tüm dükkanlar, evler yakılıyor. Harabeye döndü mutezile ve muturudi mahalleleri. Hariciler de Basrada ayaklanmış, kent ıssız bir çöle dönmüş diyorlar. Hambelileri şimdilik karşısına almayı göze alamıyor halife diyorlar. Ama onlara karşı da bir harekat düşünülecekmiş.
Hafif : Halk senin ya dirini ya ölünü görmek istiyor. Teskin olmayacaklar başka türlü.
Hallac : Neden bu kanlı kargaşa. Dikkat edin tüm tartışmalar hür irade ve kader üzerine.
Hafif : Zaten her kim, insan iradesi hürdür diyorsa, onları temizliyorlar. Zulme ve zalime itaat için şerrin sahibinin de Allah olduğuna inanılması şarttır. Böylece zalimin şerri de Allahtan ya, ne gelir elden, kader bu çıkar yol yok başka biattan.
Şıblı : Kaderin bağlayıcılığı ve iradenin hürriyeti arasındaki çelişkiyi çözmedikçe temelli, hürriyeti tatmayacaktır islam dünyası. Bu dünyanın kanayan yarası bu bence. Biz bırakmışız kaderi, aşka bulaşmışız. İradesi özgür değilken insanların, kölelikten kurtulsun diyoruz ruhları.
Hallac : Çok etkilemiş olanlar seni, ama şunu bilki ey Şıbli olanlar şunu gösteriyor ki :
KADER HÜRRİYETE NÜFUZ EDEMEZ. Yeter ki, hürriyet kendini ısrarla, yeterli ve etkili bir inayetle koysun ortaya. Senin gördüklerin ispatlıyor bu ısrarı.
Kader hürriyete nüfuz edemez, çünkü o alemi yöneten yasaların toplamı ise özgürlük bir hafiflik ve nikbinlik duygusudur daha ağır basan diğer kefedeki. Kader yazısız yasalardır. Yasalar ise yazılmış kader. Oysa yazı neki; yazı arabın kisrası, yazı itfaya dayalı seyirlik egemenlik, yazı kölelik. Yazı cesedin yeniden müfredat alemine dahli, yazı ulema taifesi, devlet ricali. Yazı geçmiş ile geleceğin ibn-ül vakte kasdı; ana tahakkümü demek. Yazı yezidin elindeki yasayla Haccacın eline kılıç verilmesi demek.
Ve eğer hür irade yok ise, insanın kaderi belirlenmiştir. Belirlenmişlik hem atomcu ve hem de Cebriyeci- Eşariyeci görüştür. İlletler ve nedenler silinip süpürülmedikçe ezel nurun galebesi yüzünden gözleri sırları farkedemez olmaktan kurtulamayacaktır insanoğlu.
Eğer her şey belirlenmiş ise ve şerrin ve günahın kaynağı ve failini de tayin eden Tanrı ise, ki ben bundan beri dururum, kimsenin kendi günahından sorululuğu kalmaz. Çebriyenin tüm çabası Kâbeyi bile topa tutan, sahabenin kanını Kâbe duvarlarına akıtan, içki alemi düzenleyen, Ehl-i Beytin bile başına gövdesinden ayırtıp, bu da yetmezmiş gibi yetmiş yıl onlara lanet hutbesi okutturan Emevi ve ondan bin beter Abbasi zalim sultanlarını; şerrin sahibi de Allah olduğu veçhile onların bu davranışlarından beri kılıp biati sağlamaktır. Sorumluğu Allahın sırtına yükleyip saltanat sürmektir.
Hür irade ve kader nazariyesinin musibetle kullanışı dini akaidi siyaset, siyaseti de din haline getirmiştir. Her kim kendi sorumluluğunu yükler Allaha, en büyük zorba odur. Zira Allahın dini, beşerin keyfiyetine indirgenemez, o yüzden zulmün en kötüsü Allah adına yapılanıdır. Oysa O, zalimlere kurtuluş yolunu göstermez. Tanrı hiçbir fitne, şerr, günah ve zulmün kaynağı, tanığı veya ortağı, veya onay ve tasvip makamı değildir.
Hafif : İrade serbestisi ve özgürlük var ise, her kişi Tanrının inhisarına, tasarrufuna tâbi olmadan başına buyruk davranır ise, Tanrının her şeye kadir-i mutlak iradesi tehlikeye düşmez mi?
Veya Tanrı şerri seçecek kulunu bilmiyor ise, aynı sonuç çıkmaz mı? Bilip de engel olmuyor ise, burada Tanrı sebep değil midir?
Bilip, engel olmak isteyip, ki engel olabileceğinden kuşku yoktur, engel de olabiliyor ise o zaman yeryüzünde şerrin kalmaması lazım. Öyleyse Bağdat sokaklarında akan kan ne? Aklım almıyor bir türlü.
Hallac : Tanrının iradesi kadiri mutlak da, gelip bunun senin üzerinde kullanması için ne sebep. Sen buna değer olduğun gibi bir kibri nereden alıyorsun. Sen sokakları kana buluyorsan, O iradesini neden buna koysun. Onun elini akıttığı kana bulaştırmaya hiçbir aşağılık zorbanın gücü yetmez.
Tanrı şerrin sahibini biliyorsa neden engel olmuyor diyorsun ?
O şerrin sahibini biliyor, uyarıyor ama, O ÖZGÜRLÜĞE MÜDAHALE ETMİYOR. Çünkü, O bir zorba, bir zalim, yani bir insan değil. O halde diyebiliriz ki, her türlü özgürlüğe müdahale etmeyen sadece ve sadece Tanrıdır. Ama kadere harfiyen uyan da Tanrıdır. Kendi koyduğu kanun ve adetlerden sadece o dönmez, dönemez ve dolayısı ile SADECE TANRI ÖZGÜR DEĞİLDİR. İmkansız olanın mümkün olmayacağı ile de bağlı değil, ama devlet reisleri gibi sorumsuz da değildir.
Yani Tevhid kelamdır ! ve kelam Zatın sıfatıdır diyeyim
Hafif : Bu ne anlama gelir ?
Hallac : Neticeten, her şeyin bir nedene bağlanması belirleyenin özelliğidir, ama bu belirlenen niteliğini göstermez.
Şıblı : Biraz açabilir misiniz?
Hallac : Demem o ki, nedensellik ve zorunluluk belirleyenin sıfatıdır, özelliğidir ama, belirleneni niteliğini göstermez. O nitelik olarak serbesttir. Tıpkı rüzgârın kum tanelerini savururken, hiçbir kum tanesinin buna karşı koyamaması, önünde seğirtmesi, ama kum tanesi olmaktan da imtina etmemesi gibi bir şey.
İkincisi, kum tanelerinin rüzgârla bilinemeyeceği gibi hiçbir şeyin nedensellik zincirine bağlanamayacağı anlamına gelir. Öyle ki hiçbir zalim kralın davranışının Tanrıya bağlanamayacağı sonucu da çıkar buradan. Zira HER ŞEY KENDİ İÇKİN NEDENİ İLE BİLİNEBİLİR. Ancak hiçbir mavi, mavi değildir; hiçbir mavi, mavi ile bilinmez. Mavi ancak beyaz, siyah, kırmızı, turuncu ile mavidir.
Şıblı : O zaman Tanrı ile bilenemez diyorsun. O zaman Allahın sıfatı olarak sebepliliği kabul ediyor musun?
Hallac : (Gülümser) Ey sebepler sebebi, ey daim var olan mutlak ! Böyle bir görüş bilgisizlere aittir. Belki de Allah sebepleri yaratmıştır, fakat kendisi bir sebep değildir. Eğer sebep olsaydı zincirin bir halkası olurdu. Zincirin halkalarını kendi boynumuza geçirerek köleleşen bizleriz. O köle değildir ve Allahın kulu olan kimse de köleliği kabul ve tasvip etmez. Eğer öyle olsaydı ; O şartlandırılmış olurdu, mutlak ve yetkin olmazdı.
Şıblı : Bu çok cezri bir çıkış. Bu durumda Allahın ne cebri var şerleri de kendi iradesi ile buyurur, ne de tefvizi var onları başına buyruk bırakır.
Hallac : Aynen öyle!
Şıblı : Bir insan hem özgür hem de mecbur olur mu aynı anda?
Hallac : Mecbur olduğu kadar özgür, özgür olduğu kadar mecburdur. Onlar ne özgürdürler ne mecburdurlar. Hem özgürdürler, hem mecburdurlar.
Şıblı : Yani!
Hallac : Yani, muhtardır. İster mecbur olup (Zalimin zulmünün de Allahtan geldiğine inanıp) zulme boyun eğer, ister özgür olup hürriyeti seçerler.
Özgürlük insanoğlunun ekmek kadar, hava kadar, su kadar vazgeçemediği tek hasreti ve özlemidir. Bunun için her eline geçen fırsatta zalimlerin, tiranların, despotların şahdarımarın ilmik atmıştır ve atacaktır; usta kazaz ellerinde dokunmuş ibrişim iplik. FERDİN ALLAHIN GAZABINA VE İHSANINA MAZHAR OLMASI İÇİN ÖZGÜR OLMASI ŞARTTIR.
Şıblı : Ama tüm ordu, onların paralı askerlerinden oluşurken, insanlar nasıl özgür olacak ?
YENİ BİR GÜNEŞ DOĞARKEN ORDUYA İHTİYAÇ DUYAR MI HİÇ !
Dünyaya az meylet ki özgür olasın bu kadar basit.
(Bu arada kapı çalınır. Bir haberci gelir)
Şıblı : Kim ola ki!
Hafif : Bir bak hele
Şıblı : (Gider) Kimdir o?
Haberci : Benim ben
Şıblı : Buyur.
Haberci : Askerler evleri tek tek basıp, üstadın kitaplarını buldukları yerde yakıyorlar. Üç gün boyunca yağmaya da izin verilmiş. En başta yöneticiler, arkada çapulcu sürüsü fırsat-ı ganimet.
Üstadın kitaplarını bulana, bulduğu evi yağma izni için fetva bile verilmiş.
Hallac : Gel otur şöyle. Deveyi hamuduyla götürüyorlar, doymadılarmı daha. Alışmış asalaklar, çalışmadan halkı soyuyorlar. Bunun içinde bir yolunu buluyorlar hep. Soygun amaç, kitap bahane.
İşte bu gösteriyor ki, NEFSİNİ ZÜHD İLE ISLAH ETMEYEN YÖNETİCİ MUHAMMED ÜMMETİNİN GERÇEK DÜŞMANIDIR. Doğrudur da, saltanata yakın olmak için haremi hümayunda oda isteyen cariyeler misali ikbal avcısı ulemaya ne demeli. Gerçeği kısıtlar her türlü aracı.
Allah adına hüküm kuranların gerçeği katletmesi,
ne acı.
( Bir bildiri çıkarır minderinin altından. Al dostum ben bunun okunmasını istiyorum Bağdat sokaklarında. Haberci bildiriyi alır, çıkar. Sahne kararır. Büyük bir gürültü gelmektedir. Halk sabırsızdır. Haberci sahnenin önüne doğru gelir, sahne kararır ve haberci bildiriyi okur.)
Haberci : Ey islam ümmeti; hayır ve şerr Allahtandır diye sırça köşklerinde zevk ve sefa içinde yüzen, haremlerinde gününü gün eden iktidar sahipleri, güç ve servet hırsıyla bürünmüş meliklere bile biat edilebilir diyorlar. Olanların ve olacakların hepsi önceden yazılı Leffh-i Mahfuzda demi demine diyorlar. Olmaması inkar anlamında Tanrıyı, olacaksa yazılıdır ve ancak yazılanlar olur veya olanlar yazılmış olanlardır zaten diyorlar.
Ve diyorlar ki, başımıza gelen her feleket yazılı olanların Letfh-i Mahfuzun yani kaderin kuvveden fiile geçmesidir.
Ben diyorum ki, mideleriyle rejime özgürlüğünü ve dinini bağlamış olanların yani âlim, fakih, ulemanın dinini iktidarın malzemesi haline getiren nazariye mucitliği son bulmadıkça selametiniz mümkün gözükmemektedir. Ulema saltanatı kullanayım derken, aslında saltanat vesayet altına almaktadır onları. Böylece bu haliyle kader faraziyesi kuvvete tapınma nazariyesine dönüşmektedir.
Mübah, her ne yolla gelirsen gel iktidara, icazet bizden. Payıma düşeni ver ortalıktan. Güçlü olan haklıdır ya, hak da güç.
Oysa hak hakikattır, gerçeğin özüdür. Özün özüdür o. Hakikatin özü hürriyettir : İnsanın insana kulluğunu, tabiyetin her türlü özgün biçimini küllen red ve inkar eder otoriteyi. Nerede nerede kaldı, ulemanın neredeyse emirler kadar var kölesi.
Nerede nerede, tüm dünya nimetlerinden müstağni, nefsin zerresini bilmeyen, karanlığın kahpe kollarından koparmak için insanları, Uhudda bir an evvel ölmek vecdiyle zarfsız Ammar, Humam, Hamza. Bedirde bileği kesilen Musab ibn Umeyr, Abdullah İbn Caşh, Human bin Melik ve daha niceleri. Saltanat zırhına bürünmüş tatlı can tellalları ve onların yardakçısı ilim ve takva, hadis ve fetva sahibleri sahabenin kemiklerini sızlatmaktadır.
Ey islam ümmeti, bilesin ki, manevi otoriteyi dünyavi otoriteyi tâbi kılan bu hempalar, bu zorba epigonları, âlim geçinen ulema avanesi özgürlük istemedikçe ve vazgeçmedikçe dünya nimetlerinden ve reddetmedikçe yeryüzü cennetini, isyan etmedikçe zulme ve haksızlığa, islam kavmi hep alçaltılacaktır; köle olarak yaşamaya muhkum olacaktır. Ve siz özgürlüğünüz için savaşmadıkça, kişisel irşadınız oyuncak olacaktır bu din tellallarının elinde. Onların dükalığında zulmetle yaşayacaksınız hep ve hep vereceksiniz neniz varsa; malınız, mülkünüz, ümüdü blendinit, hayatınız, hayaliniz, bütün ferag-ı haliniz ve olanca şevk ü balinizi, yine de bir hayal olacak istikbal bu aracılar aracı olarak kaldıkça.
Nasıl ki arastanın komisyoncuları bir dilim ekmeğin bedelini ağır ödetiyorsa size, bu aracılar da Tanrının rahmetine ulaşmanızın bedelini ödetiyor size. Nasıl ki, su başlarını tutmuş bıyıklı süvariler susuz bırakıyorsa sizi, bunlar da Tanrıya olan susuzluğunuzu gidermenizi engelliyor. Kısıyorlar ilahi musluğu, hikmet-i ilahiyeyi satıyorlar size; yani emeğinizle, alın terinizle, göz nurunuzla, nafakasıyla çocuklarınızın sizi Tanrının hikmetiyle nurlandırıyorlar. Kaldırın tüm aracıları toprağa tohum eken kimse rahmet onun ve tohumu eken ellerinizdir ilahi pınarı sonuna kadar açacak olan da. Bu suyu ben açarım diyenlere karşı da amansız bir savaş açın. İrfanınız, irşadınız, marifet ve hikmetiniz yani. Tanrıya ne kadar mazhar olacağınız velhasıl geleceğiniz ve hürriyetiniz kendi ellerinizdedir.
Siz ki koyunun memesinden içip, bedenini aracısız doyuranlar, ruhunuzu doyurmak için size birisinin meme vermesini neden bekliyorsunuz. Yeryüzünün tüm nimetlerini kendiniz elde ediyorsunuz da; gökyüzününkini neden aracıyla hallediyorsunuz. Önünüze neden kendi isteğinizle engel koyuyorsunuz da kullardan şefahat umarak, kula kul oluyorsunuz. Kaldırın hücceti aradan, çıkın esenliğe. Bu kendi gücünüze ve imanınıza güvenmeniz demek. Öz benliğinizi kazanıp, var oluşunuzu temin etmeniz demektir.
Ey islam ümmeti, kelimeyi şahadetiniz kadar alın terinize ve ekmeğinize sahip çıkınız aracılar karşısında, buna göz koyanlar karşısında. Nerede emeğinize göz konulmuş ise, nerede emeğinize zulum varsa, nerede köle çalıştırılıyor ise orada din sahteleşir. Buna izin vermeyin.
Delilin var mıdır derseniz ? Derim ki,
Delil aramayın özgürlük için, delil insanın kendisidir. İnsan bildiğini bilen ve bildiğinin bilincinde olan tek canlıdır. Ama idraki idrakten aciz olduğunu bilen de insandır. Öyleyse kimsenin mertebesi daha yüksek değildir.
Bizim adımız insanlığın hizasına yazılmıştır. İsimleri birbirine bağlayarak bir mertebe kuranlar insan idraksiz farz edip, küllü nefsten atıyorlar. Üysa kün emriyle yaratılanların hepsi idrakle yaratılıp küllü nefisten olanlardır. Onlar kelime olup, lefh-i Mahfuza giren insanların kalemle yekünüdür. Kalem sadece Tanrının elindedir.
Şimdi kalemi alıp eline isimlerinizi alt alta yeniden yazacağım diyenler Tanrının mutlak iradesine karşı irade koyanlardır. Onun yetkisinin gaspıdır, hırsızlıktır güpegündüz.
Hülasa dostlarım, idrak ve irşad kelimeyi tevhidden doğan her insana mahsus hakikat ül Mühammediyenin özüdür.
Ama neylesin kader, her ağacın kurdu özünden olur ve bu kurt kemirip bitirecektir islam ümmetinin kaderini, böyle gördükçe kader nazariyesini.
Ve insanlar insan olarak yitip gidecektir
dikkat edin,
biraz idrak, biraz izan, biraz akıl, biraz insaf,
bir parça yürek ile dikkat edin,
gönül evinizin düzenbaz hırsızlarına.
(Sahne Kararır.)
PERDE : 2
SAHNE : 4
(Habercinin bildiriyi okumasından sonra kalabalık bağırır)
Kalabalık : Ya ölüsünü, ya dirisini görmek istiyoruz Hallacın.
Kalabalıktan biri : Biz dinlemek istiyoruz onu.
Diğer biri : Yaşıyor mu?
Diğer biri : Asmışlar ve sonra külünü nehre atmışlar diyorlar, doğru mu?
Haberci : Sakin olun.
Diğer biri : Kimse bir şey bilmiyor mu?
Diğer biri : Gösterin bize onu.
(Bu arada bir naatçı sahneye fırlar ve balad okumaya başlar. Kalabalık tekrar eder)
Naatçı : Su, toprak, ırmak : Tek bir feryat,
ağaç, çalı, çırmık tek bir çağırış : Enel hak.
ıstıraba layık olmuş
tüm kainat
hepsi binlerce Mansur,
İstersen onu denize at.
Her yerde dostun sözü,
her yerde aşkın ruhu,
tüm ülke Mansurla dolu
hangisini dara çekesin,
yolumuz Mansur yolu.
Diğer biri : (Bağırır) Tüm kitaplarını yaktılar, nereden okuyacağız şimdi.
Naatçı : Ne söylediysen bize,
and olsun ki Tanrıya
hepsini ambarlara koyacağız kışın
tohum yerine
Baharda ekeceğiz,
her yıl tarlalarda sözlerin olacak,
yeşeren.
Tohum olacak yeniden,
Bu topraklar üzerinde, yani yerle gök arasında
ellerimiz tuttukça
karasabanı,
alın terimizle ıslatıp toprağı
da yeşerteceğiz bize söylenen sözleri.
Onları bir kazaz ibrişimi gibi
dokuyacağız
Saçımızdan (göğsümüzden)
koparıp kılları,
sülüste örüp, bir
sır gibi saklayacağız Tasini,
Kadınlarımızın saçından
dokuyacağız
Tavasini,
Aynı saçlardan duyacağız aşkın
sesini
Senin bize
söylediklerini
rüzgârlarla
birlikte savuracağız,
nasıl
karayel ile ayırırsak
sapla
samanı,
ayıracağız tasini,
ne çıkar
ateşe versinler Tavasini
Ve and olsun
ki,
senin
sözlerin
kavururken
güneş çölleri
aşkın serinleten şerbetini
içmek için
develerin dillerine yazacağız
daha
olmadı,
dönüştürüp şiire,
gözbebeklerimizde nakşedeceğiz
Kararırsa yüreğin bir gün eğer,
bir köylünün
gözüne bak Hallac,
gözbebeklerinde göreceğin,
pırıltılı sevinçler
senin
aşkının öğretisidir meğer.
Tam
ortasına bak gözümüzün,
Kuran Fatihadan ibaret
Fatiha Fadan
senin sözlerin Fanın yanındaki
nokta gibi; siyah, mavi, yeşil
yüzbinlerce gözbebeklerimizin
ortasında parıldayan ak;
yani senin öğretin aşk
Ve and olsun ki,
Yokedeceğiz zulmü ismiyle
YAŞAYACAK ÖZGÜRLÜK
UMUT VE AŞK
Ve andolsun ki,
Yokedeceğiniz zulmü ismiyle
bizi yaşatan özgürlük, umut ve aşk
(Son mısra söylenmeden önce, sesler
kesilir. Hallac ile Eşkıya arasında şu konuşmalar
geçer. Sonra son mısra söylenirken Hallac ve eşkıya sahnenin
yarıkaranlık bölümünden geçerler? Eşkıyanın da zoru
ila Hallac Hindistan yolculuğuna çıkar).
Hallac : (Uykuda sayıklamaktadır. Yaralarının acısıyla yarı inleme, sayıklama arası sesler çıkar)
Sen daha nefsten geçmemişsin
Henüz darağacına
çıkmamışsın
ölmeden evvel ölmemişsin
sana nasıl aşık densin
sen nasıl Enel Hak dersin
Eşkıya
: (Adamlarıyla bir kez daha Hallacın gırtlağına
dayarlar palalarını)
Uyan ahbap, uyan.
Hallac : Hıı, hoş gelip
sefalar getirdiniz dostlar,
dualarım kabul oldu demek.
Eşkıya
: Bizi azrail sandın
galiba
Hallac : Yine mi sen, ne gerek azraile.
Eşkıya :
Çabuk ol, seni götüreceğim buradan. Al testini, meşaleni, akrebini,
Çabuk ol, çabuk.
Hallac : Ben gitmek istemiyorum, hem
görüyorsun ki yaralıyım.
Eşkıya :
Daha iyi ya, acı çekmek yaraşır aşığa. Hani
dertlere, acılara sevinip, rahmet, nimet ve lütufa üzülürdün ya.
Çetin bir yolculuk var. Tüm yaraların bolca
sızlar. Ölmeden evvel ölmekmi ne diyordun. İşte bu bir
fırsat.
Hallac : Beni rahat bırak. Tanrı
aşkına!
Eşkıya
: Aşık olan sensin. Bak saklandığın yeri
öğrendiler, biliyorlar. Seni bu gece çıkarmam lazım gizlice.
Eminim seni lime lime edip köpekler atarlar.
Hallac :
(Çaresiz) Ölümden korktuğumu
sanma. Benim gönlüm cismin ve canım sırrına vakıftır.
Ölüm benim için acıdır
zannetme, gözümde bir cihan kaybolmuşsa ne çıkar daha gönlümde
yüzlerce cihan var.
Eşkıya da hayatın sırrına
vakıftır. Ben senin ölümünden korkmuyorum, ölümüm benim için de
acıdır zannetme. Ama ahbap, bir âlim köpeklere yem olursa uluorta,
korkarım ki, hiçbir müslümanı mahşer gününe
çağırmazlar. Bu kötülüğü yapamam onlara.
Hem senin başına gelenlere ben sebebim.
Sorumlu hissediyorum kendimi.
Hallac : Niye ki?
Eşkıya
: Âlim, bilge herneyse
cesaretli olmalı dedik ya,
ben vur dedim sen öldürdün,
Ama yaralar yakışmış sana, tüm
güzelliğinle kendi üzerindesin Hallac el Mansur.
Hallac : Mansur el Hallac olacaktı
galiba.
Eşkıya
: Sorun değil.
Bak hayatta sorun diye bir şey yok, neyin kendisini
sorun yaparsan o sorundur. İsmin ne önemi var, cismin önemi yoksa.
Hallac :
Ne diyeyim! Ceylanın aslanın duygularına hitap etme veya mazeret
ileri sürme şansı yoktur. Sen ne bilgili eşkıyasın
öyle.
Eşkıya
: Ben yaşamdan
öğreniyorum.
Yaşam başlı başına
mutluluktur Hallac.
Hep mutluluk isteriz, ama sadece kurnazlıkla
yaşayabiliriz.
Apansız tuzaklardaki dünya kalleşlerce
zekice planlanır.
Sen nasıl safça kendini ateşin ortasına
atabilirsin.
Hayretlerle karışık bir ilmihal
yazmalıyım sana,
yolun yok götürüyorum seni buradan.
Laplik gibi ezilmeni görmeye dayanamam.
Hallac : Nereye gideceğiz ?
Eşkıya :
Tustardan doğuya giden kervanlarla aşağı Sinde,
Hindistana götüreceğim seni. Bir süre orada kalır, ortalık
sakinleşince dönmezsin.
Hallac : Euzibillahimine şeytanı
racim...
sen nereden biliyorsun Hindistanı.
Eşkıya :
Eşkiyanın ayak basmadığı bir karış toprak
parçası yoktur yeryüzünde. Sen kendi dünyanın içinde
yaşıyorsun dostum, ben bu dünyada yaşıyorum ve biliyorum.
(Hallac ve
eşkıya sahnenin az aydınlanmış bölümünden silüet
halinde geçerler, bu arada naatçı baladın son kısmını
okumaktadır, duyulur)
Ve and olsun ki
yokedeceğiz zulmü ismiyle
yaşayacak özgürlük, umut ve aşk
(Hallac,
yeltenir kalabalığa doğru, eşkıya engel olur)
Eşkıya
: Aptallık etme.
Hallac : Onlardan ayıramam kendimi.
Eşkıya :
Binlerce insan var, binlercesi de olacak. Ama bir tane Hallac var, seslenecek
tarihe derinliklerden.
Kendinin
öneminin farkında değilsin sen. Kücümseme kendini, önem ver
kendine. Belki insanoğlu onbinlerce yıl yaşayacak ve zulmün
kahrına karşı umut olacak sözlerin. Bugün bu kalabalıkla
zevahiri kurtarmadan daha basit ne var.
Hallac :
(Çaresiz) Bırak gideyim ne olur.
Tarih şöyle olacak, böyle olacak diye özgürlük ve aşk yolunu
gösterenler, o yolda koşanların arkasından bakamazlar.
Eşkıya
: (Dayar palasını gırtlağına)
Her cesaretli âlimi demek ki bir eşkıya
korumalı.
(Çıkarlar, sahne kararır)
PERDE : 2
SAHNE : 5
(Hallac Hindistanda Hacda
tanıştığı bir dostunun evine gider. Yorgun olduğu
için bir gece dinlenir. Sabahleyin)
Ev Sahibi :
Umut ederim dinlendiniz. Yolculuk nasıl geçti, dün yorgundunuz
soramadım.
Hallac :
Biz zaten yolcuyuz bu dünyada. Ve dünya ile benim aramdaki ilişki zaten
bir yolculuk hali. Yolcunun alacağı yol iki adımdan fazla
değil ki; bir adımda zahiri varlıktan geçmek, öbür adımda
gerçeğe erişmek. Bir adımda dünyadan, bir adımda ahiretten
geçersin : iki adım sonra vuslat.
Ev Sahibi :
Beğendiniz mi Hindistanı ? İndüs vadisine girince yeryüzü
cennetine benzer bir nevi.
Hallac :
Dikkat edin bu ülkeye! Hangi gasıp girince kapılıp büyüsüne, hiç
neden yokken bile çıkmaz buradan. Yalnız orman yangınları
ve avlanma fil ölüleri dolu ortalık, neden bu acaba?
Ev Sahibi : Sormayın tarla açmak ve
fildişi için yapıyorlar.
Hallac :
Evren Tanrının isim ve sıfatlarından, insan ise
suretindendir. Öldürülen her insan onun bir parçasını alıp
götürdüğü gibi, bilesiniz ki tabiat da tıpkı insan gibi rabbini
bilendir ve kesilen her ağaç, avlanan her hayvan da onun isimlerini budar.
Ve doğa tükendiğinde Tanrının isim ve sıfatları
da tükenecektir; kirletildiğinde kirlenecektir. Ve sonuçta
tüketildiği ve kirletildiği oranda elini çekecektir Tanrı. Terk
edecektir. Temiz kalmak için.
HEPİMİZ TERK EDİLİYORUZ YAVAŞ
YAVAŞ HİSSEDİYORUM BUNU!
Ev Sahibi :
Sana şükran borçluyum ya Hallac. Hacda seni dinledikten sonra
toprağa, suya, kelebeğe, insana bakışım
değişti. Başka bir gözle görmeye başladım
dünyayı. Dünya mucizevi güzelliklerle doluymuş da görmek marifet.
Kaldırdın gözümden perdeyi. Renkleri ve tenleri, tüm
farklarını alemin algılamaya başladım. Senin bir
nazariyeni öğrenmesem dirisi beş para etmez ölüsüne kuvvet yetmez
misali yaşayıp gidecektim şekil içinde.
Hallac :
Hem farklılıklardan hem Bir den bahsettin. Benim derdim de bu. Her
şey Bir den sudur etmiş, ama çokluk ve çoğulluk hakim dünyada.
Burada bir ikilem var gibi ama değil.
Her çok aslında birdir ve bir
çoğulluğun birliği olduğu için birdir. Birden çokun
çoktan birin mürekkep murtabit olması, birin mücerred olmasından
dolayı değil, çoğul ile ilişkisinden dolayıdır.
(Bir kitap
çıkarır; Plotinusun Enneadlarıdır bu)
Bak ne yazar bilge hakim Plotinus Enneadlarında
Bir her şeydir ve kendi dışındaki
şeylerin hiçbiri değildir; fakat her şeydir. Çünkü her şey
sanki ona döner bütün nesneler, bu çokluk alemi basit olan, kendi
özdeşliği içinde hiçbir çeşitlilik taşımayan Birden
nasıl türer? Onda hiçbir şey olmadığı için; bizzat
varlık değildir; fakat varlığın türeticisidir. Hiçbir
şeye sahip olmadığı için yetkindir; yetkin olduğu için
bolluk ondan gelir.
Ev Sahibi :
(Dışarıdan sesler gelir)
Size söylemeyi unuttum siz uyuduktan sonra bir Hristiyan ve bir de Zerdüşt
din adamı geldi. Misafir kalacaklar bizde.
(Kapıya
yönelir.)
Günaydın, nasıl geçirdiniz geceyi?
Papaz : Günaydın. Çok rahat, her
şey fevkalâde idi.
(Zerdüşte
döner) Yalnız biraz horlamam var dostum, farkında
mısınız?
Zerdüşt
: Günaydın, (Gülümser) Ben bir şey
duymadım, yalan yere tanıklık etmeyelim.
Ev Sahibi : Günaydın,
Tanıştırayım, dostum el Hallac, Bağdattan beri
geliyor.
Hallac :
Buyurun dostlar, kusura bakmayın henüz yaralarım tam iyileşmedi,
yerimden kalkıp selamlayamıyorum sizleri.
Zerdüşt
: Zararı yok, selamın
başımız üstüne.
Ev Sahibi :
Bir şeyler hazırlatayım da kahvaltı yapalım dostlar.
Taze süt, yumurta, peynir, bal var. Hepsi kendi ürünlerimiz (Çıkar ve hemen hazır bir tepsiyle
döner, bağdaş kurup otururlar. Hallacın oturuşu bir dizi
dik diğeri yerde, Anadoluda
peygamber oturuşu denilen oturuştur).
Papaz : Hayırdır, sesinizi
duydum bir yol. Ne üzerine konuşuyordunuz.
Ev Sahibi : Üstad bir, birlik, tevhid konusunda
aydınlattı beni.
Papaz : İnsanlığın
çözemediği ve kolay kolay da çözemeyeceği şey birin
sırrıdır.
Ev Sahibi : (Minderinin
altından bir tomar kağıt çıkarır) İzin
verirmisin ya Hallac.
Hallac : İzin yok senle ben
arasında, her şey teklifsiz tarifsizlik içinde.
Ev Sahibi : Hacda iken üstadın elime geçen bir
ile ilgili bir metnini okumama izin verin !
Bir ancak kendinde var olan ve ondan
başkasının olmadığı vücud-u mutlaktır.
Bir Odur, O birdir.
Onun batanı, Onun doğanıdır.
Onun üstü yok, alt yok Onun için
Yollar sedlerle çevrili geçit yok ona,
Mânâlar ölü, delil yok ona,
İdrak yok, duyulur erişmez ona,
Sahibi tektir onun.
Ona koşanın soluğu kesilir,
Tuttuğu ipler kendi erbabıdır.
Sanki o; sanki O; sanki o
Sanki o; Odur
Temelleri Onun içindedir.
Onunla ayaktadır.
O, o değildir ve o da O değildir.
o yalnız O dur
Hallac : Bu tecessüd fikriyatı, Onun doğa evren ve insan şeklinde somutlaşmasıdır. Baba, oğul ve kutsal ruhun birliği bu mânâda düşünülür ve o Vahdet-i vücut olur.
Oysa, asıl olan tecellidir. Burada Onun
somutlaşması değil, görüntü olarak vahdet alemi vardır. Bu
nedenle Tanrı ile İsanın aynı bedende iki ayrı
doğa, veya iki ayrı doğa mı olduğu üzerine yürütülen
ekümenlik tartışmaları hep kıyım ile sonuçlandı.
Tanrı üçün biri değildir.
Papaz :
Var olanın, vahdet aleminin fena olması yolundaki düşünceleri
okumuştum. Bu da aynı bedende erime, yok olma anlamına gelmez
mi?
Hallac :
Doğrudur, gelir de, fena yani bir
varlığın diğeri içinde erimesi, yok olması da
tecessüdün bir tezahürüdür. Benim dediğim varlığın
yokluğuna dayanır. Başka bir varlığın, sonradan yok olması, fena olması biri
ikiler. Oysa, sorun bir olanın tek olduğunun, yani varlık
aleminin yokluğunun, hiçliğinin bilinmesidir. Var olanın
hiçlenmesi değil, zaten var olmayanın, var
olmadığının anlaşılmasıdır sorun.
Varlık aleminin bir görüntüden ibaret olduğunun
anlaşılmasıdır.
Var olmayanın olmadığının
kavranması birin tek olduğunu simgeler.
Papaz : Bu tecessüd ile, tecelli arasındaki
farkı iyice açıklar mısın?
Hallac :
Tecelli mutlak nurun ışıması, mukayyed nurun insanı
özle buluşmasıdır. Burada. Burada bir hasret vardır. Bu
hasretten aşk doğar. Aşık için madde kalmaz. Ben, sen, o
kalmaz. Kaybolur bütün kelimeler, farklar var olur, ama fark kalmaz arada.
Tecessüdden sadece madde, veya doğa veya vücud doğar.
Bu nedenle ben derim ki, İsa ümmeti hep madde,
Muhammed ümmeti mânâ temelinde yürüyecektir. Siz hep göreceksiniz, biz hep
duyacağız. Zaten Hikmeti ilahiye İsaya gösterildi, Muhammede
ise okundu. Görenler duymayacaklardır,
Duyanlar ise görmeyeceklerdir,
Görenler bakacaklar, ama görmeyeceklerdir,
duyanlar işitecek, ama duymayacaklardır
görenlerin kulakları sağır
duyanların gözleri kör,
körlerle sağırların,
maddeyle mânânın
fizikle ruhun rabıtası
körlerle sağırların diyaloğu gibi
kalacaktır
Madde mânâya
Fizik ruha
Galebe çalacak bir gün
bir gün, bir gün, bir
gün o,
red ve inkar konacaktır.
Papaz : Peki, çokluk alemi, insanın ayrı bir beni olması ile bir ve tek olmayı nasıl izah ederiz ? Her şey bir olan Ondan türememişse.
Hallac : Şu üç tevhidi birbirinden
ayırmak gerekir.
Tanrının birliği,
Varlığın birliği,
Varlığın yokluğu ve birin
tekliği
Birincisi fıkıh ve kelamcıların işi.
Onun karşısına kesret alemini koyarlar. O her şeyi
yaratmıştır. O tüm yaratılmışlardan
müstağni,y ayrı ve gayrıdır. Burada varlık
haşredilmiştir. Bir hüküm ve tasarrufu altında bir başka
ikinin, varlık aleminin varlığı kabul edilmiştir. Biri
ikileyen bir tutum bu. İkincisi, varlığın Ondan sudur edip
somutlaşmasıdır. Onun ile varlığın
birliğidir. Onun varlığın birliğini
oluşturmasıdır.
Üçüncüsü Onun birlenmesi için varlığın,
vücudun var olmadığının bilinmesine dayanır.
Zerdüşt :
Ben de aynı şekilde itiraz ediyorum : Eğer vahdaniyet nurundan
basit bir cevher olan Faal Akıl, Birden tekrarla ikiyi yaratmış
olmasaydı, çokluğun, dolayısı ile Birin ve bizim ayrı
ayrı benliklerimizin izahı olamazdı.
Hallac : Tanrı üçün biri
olmadığı gibi ikinin biri de değildir. O birin biridir.
Bakın dilim döndüğünce anlatayım.
Hakikat, varlık suretinden bir surete bürününce, söz
arasında sen ona ben dersin.
Ben ve sen asıl varlığın arızı
suretleriyiz. Varlık kandiliğinin kafesleri mesabesindeyiz.
Cisimleri, ruhları bir nur bil, o nur kah aynada
görünür, kah kandilden,
Sen ben dedikçe bu ruha işarettir dersin,
Böylece aklını kılavuz edip, bir cüz olan ruha
kapılıp kendini bilemezsin
Oysa benim ve senin hakikatı candan da üstündür tenden
de... bu ikisi de gerçek birin benini cüzleridir.
Ben sözü yalnız insanlara özgü değildir ki, ruha
işaret etsin
Bir yol varlığından kurtul, imkan aleminden
de. Alemi bırak da kendine bir alem ol.
He görüş zamanı iki göz şekline girer de,
birden iki görünür.
Fakat He Allaha katıldı mı, ne yol
kalır, ne yolcu.
Varlık cennet olur, imkan cehennem kesilir,
Benle sen de arada berzah haline gelir.
Önündeki şu perde kalktı mı ne mezhebin hükmü
kalır, ne dinin!
Bütün şeriat hükümleri senle bende doğar.
Arada benle sen kalmayınca,
Kâbe nedir, havra nedir, kilise ne.
Bu görüş yerinde toplulukla ayrılık aynı
şey.
Çünkü tek sayı
bütün sayılara yayılmış, bütün sayıları meydana
getiren o.
Sen birliğin ta kendisi olan topluluksun... Sen çokluk halinde zuhur eden birisin. Cûzi alemden geçip külli aleme, yani cûzi benden kulli bene varan kişi bu sırrı bilir.
Zerdüşt :
Yine de pratik olarak derim ki, çokluk ve ayrılık kabul edilmeyince,
bir tek Bire uydurmak için insanları çok kan dökülebilir dinler,
mezhepler arasında.
Hallac :
Bütün dinler ve şeriat senle benden doğar. Ben diyorum ki senle beni
kaldıralım.
Zerdüşt :
Doğrudur belki ama senin bu düşüncen bence anlaşılmadan bir
sır olarak kalacaktır. Çünkü pratik değil.
Hallac : Öyleyse yine çok kan dökülecektir.
Bütün mesele sırrın sırrını bilmede.
Papaz :
Bir i çözmedikçe insanoğlunun nihai kurtuluşu olmayacaktır
bence de. Bunun için insanoğlunun yüzü hep Hallac sana dönük
kalacaktır.
Hallac :
Benim tek istediğim nefret ve intikamın olmadığı bir
ülkede yaşamak. Tek başıma, herkesle beraber.
Papaz : Böyle bir ülke var mı?
Hallac : Bu ülke belki yoktur, ama olacak.
Birin sırrının çözüldüğü bir dünya olacak!
Zerdüşt :
Bizde bildiğiniz gibi Ehrimen var, kötülük Tanrısı ve Hürmüz
var, İyilik Tanrısı Şerr Ehrimenden, hayır Hürmüzden
gelir. Ben Kuranı okudum. Mücadele ayeti 10. Surede, Tanrının
izni olmadan şeytan hiçbir kötülük veremez yazmaktadır.
Tanrıyı birleyince iyilik kadar, kendi izni olmadan bir fiilde
bulamayan şeytanın şerrinden de Tanrı sorumlu olmaz
mı?
Tanrının iradesine, hüküm ve tasarrufuna
uymayabiliyorsa şeytan, Ehrimenin
Hürmüz karşısındaki
bağımsızlığına kavuşmaz mı?
Bu takdirde de onun kendi birinden izharla ikiyi
doğurduğu sonucu çıkmaz mı?
Tanrının yani Hürmüzün temiz kalması
için bu gerekli değil midir ?
Hallac :
Sana şunu söyleyim ki, tevhidi şeytandan öğrenmeyen kâfirdir.
Biz aşıklar, tüm kötülükleri
üstleniyoruz, şerri gönüllü yükleniyoruz. İşte aşk buradan
gelir, maşuğun saflığının korunması için,
tüm musibetleri severek üstlenendir aşık.
Şeytan aşıkların sultanıdır ve
velilerin en büyüğüdür bu anlamda. Çünkü o da üstlenmiştir;
şerri, haramı, gafleti, fitneyi. Hem de gönüllü. Rahmeti, nimeti,
lütfu, hayrı takvayı yanı tüm cemali Tanrıda
bırakır böylece.
Zerdüşt
: Pek aklım yatmadı ya
Hallac
Aşıkların kalmadığı bir
dünyada ne olacak
Aşıklar dünya durdukça şeytanı tek
başına bu yük altında ezilmesi için yalnız
bırakmayacaklardır.
Öyleyse aşktan mest olanlarla birlikte sen de divane
ol! Özü kavra, sırra er ki, dağlar tepeler arasında uçabilesin.
Kavrayış dağlarına selam ola.
Zerdüşt
: Sen şeytanı seviyor
musun ya Hallac?
Hallac : Hayır.
Zerdüşt
: Ondan nefret ediyor musun?
Hallac : Hayır.
Zerdüşt
: Nasıl olur her şeye
hayır diyorsun.
Hallac :
Onun aşkı ne şeytandan nefret etmeye, ne de onu görmeye yer
bırakmadı içimde. İşte gerçek aşık gönül
bağında nefret ve intikama yer bırakmayan kişidir. Ben
nefret ve intikamın olmadığı bir dünyada yaşamak
istiyorum dediğim zaman anlatmak istediğim budur.
Oysa hem inanmış Hristiyanları,
Musevilerin ve Müslümanların gönlünde o kadar bol yer var ki, hem birbiriyle
hem de kendi içlerinde kendilerine karşı nefret ve intikam
duyguları taşıyorlar.
Tekrar ediyorum şeriat senin ve benim canım
ve tenim içindir; can ve tenden tecrit olan aşığa şeriat ne
içindir. Yer varmı ki ışığın gönlünde
şeriata, nizama, şeriat nizamı için savaşa, nefrete,
ihanete, intikama.
Zerdüşt
: Şeytan neden
aşıkların sultanı ve tevhidin piri oluyor ?
Hallac :
Tanrı ademi yaratınca, şeytana ona secde etmesini emreyledi.
Şeytan, Tanrıya olan aşkı yüzünden emri reddeyledi ve dedi
: Senden başkasına secde edersem eğer senin birliğini
ikilemiş olurum. Benim tevhid anlayışıma sığmaz
bu.
Hak sordu : Secde etmiyor musun ey alçak?
Cevap verdi: Ben aşıkım, aşık her
zaman alçak, bak sen de diyorsun alçak. Oysa okudum ki Kitab-ı Mubinde
benim aleyhime iş yapılamaz diyorsun. Dileseydin demek Ademe secde
etmemi, ey zorlu kuvvetin sahibi, şüphesiz olurdum ona tâbi.
Demem o ki, şeytan en hakiki aşıktır.
Suçu aşkının eseridir. Bu yüzden ayrılığa
düşmüş aşıkların yüz akıdır. Şu sözler
onundur: Onun hakikatı üzerine yemin olsun ki, ne tedbirde hata ettim ne
de takdiri reddettim. Bana ebedler boyu ateşte azap etse de, Ondan
gayrısına eğilmem. Ne bir kişi önünde secde ederim ne bir
ceset huzurunda diz çökerim. Ne oğul tanırım, ne Adem, ne
karşıt; davam sadıklar davasıdır.
Sevgi konusunda gerçek bağlılardanım ben.
Gökteki meleklere güzellikleri gösterdim,
Şeyler kendi zıddıyla bilinir,
Zarif ipek kumaşlar, simsiyah kıllar arasından
dokunur,
Çirkini tanımayan güzeli hiç tanıyamaz,
En bağlı olduğumdan tanınsın diye
güzellik,
Çirkini tanıma görevi bana verildi
Ne geldiyse başıma sıdkım yüzündedir.
Bu yüzden ateşle tehdit edildiği halde şeytan
davasından dönmedi ve asla bir aracı kabul etmedi.
Zira her türlü aracı,
Hikmet-i ilahiye gerçeğini kısıtlar
Adem olsa bile önünde secde,
Zat-ı ilahiyenin birliğini ikiler.
Çok yoruldunuz erenler, isterseniz son verelim.
Bakın neredeyse gün boyunca konuştunuz.
İsterseniz biraz çıkıp bahçede gezinelim.
Doğru ya.
Benim bir önerim var. Beraberce gezelim Hindistanı. Ben
size yol gösteririm. Göreceksiniz ki, sadece burada kimse farklı
fikirlerinden dolayı kâfir ilan edilip, taşlanmıyor.
Hay hay.
(Sahne kararır,
çıkarlar.)
Perde :2
Sahne:6
(Hallac Sindi, Guceratı, aşağı indüs vadisini, Turfanı, Azerbaycanı, iç Asyanın bir bölümünü gezmiştir. Horasana gelir. Orada bir Şiinin evinin misafir olur.)
Ev Sahibi :
Hoş geldin ya Hallac! Duyduk ki, çok diyarlar gezmişsin. Her taraftan
gelen haberciler senin övgülerini taşıyor.
Hallac :
Ne demeli bilmem ki, ben ise Zatı haberlerini taşıdım
oralara. Demek ki nakil ancak nakledeni bağlar. Ben kimseden göz
dilenmeden hakikatı kendi gözleriyle söylerim, onlar beni överler.
Ev Sahibi :
Ya Hallac! Sana kötü bir haberim var. Sen mehdinin naibi olduğunu beyan etmişsin.
Bu nedenle Osman bin Said seni telin eden bir mektup yayınladı.
Hallac : Bu bir felaket, görüyorum sonu
ben.
Ev Sahibi : Nedir
bu işin aslı, senin aklı ve mantığı da
reddettiğin gerekçesiyle sünni âlimler de kıyamet bildirgesi gibi bir
metin yayınladı.
Seni sevenler kadar, sevmeyenler de çoğaldı.
Ne olacak böyle ey Hallac.
Hallac :
Beni sevmeyenler tevhide önem verdikleri için sevmiyorlar. Övenler benim
tevhide verdiğim önemden dolayı övüyorlar. Yerenler övenlerden daha
övünce layıktır.
Ev Sahibi : Peki sen hiç naiplik iddiasında
bulundun mu?
Hallac :
Bak dostum, ben velayeti, hücceti yani Tanrı ile insan arasındaki bir
aracı ve bir rehberi küllen reddederim. Neden bir rehber, imam ve velayet
iddiasında bulunayım. Şia düşüncesi imamet ve velayet
esasına dayanır. Buna hüccet diyorlar. Ben sade bir insanım,
insan.
Bu Horasan ki, mutfağında bütün
düşünceler pişmektedir. Ve tüm kavimler bu mutfaktan beslenerek geçip
gitmektedirler. Yanlış bir kanı uyansın istemem. Gelecekte
kavimlerin kaderlerini önemli ölçüde hüccet meselesindeki tavırları
Bu Horasan ki, mutfağında bütün düşünceler
pişmektedir. Ve tüm kavimler bu mutfaktan beslenerek geçip gitmektedirler.
Yanlış bir kanı uyansın istemem. Gelecekte kavimlerin
kaderlerini önemli ölçüde hüccet meselesindeki tavırları
belirleyecektir. Tasavvufun Şiadan esas farkı, Zat ile kul
arasındaki bir hüccet, bir rehber, bir kutb fikriyatını kabul
etmemesidir.
Bu insanın benlik meselesiyle yakından ilgili olup,
ileride kavimlerin olgunluk derecesini belirleyecektir. Bu nedenle söylüyorum
ki, açıkça reddederim ben bu iddiayı.
Ev Sahibi : Hz.
Muhammed, Tanrının nurundan yaratılmıştır. Bu
açıkça Fatimanın boynundaki zümrüt levhada yazar. İlahi
hakikatın ancak bu nur aracılığı ile bize
ulaştığı doğru değil mi? Ehli Beyt ve Şia
Muhammedin nurundan yaratılmıştır. Bu da aynı levhada
yazar. Vahyin kesilmesinden sonra ilahi hakikat bu nuru taşıyan Ehli
Beyt imamlar aracılığı ile bize ulaşmaktadır.
Değilse tamamen karanlıkta kalmaş olmaz mıyız?
İlahi irfan öğretisini red mi ediyorsun sen Hallac? O zaman salt
imancılar gibi her şeyin bilinemez olduğunu söylemiş
olmuyor musun?
İlahi gerçeklerin bilgisinin akışı, bu
pınarın akıp akmadığı esas mesele değil
midir? Bunun Hz. Muhammedin ölmesiyle, yani vahyin kesilmesiyle
kesildiğini söyleyenler gibi , ıssız çöllerde susuz
kaldığımızı, gördüğümüzün bir serap olduğunu
mu söylüyorsun ya Hallac?
Hallac :
Bunu söylüyorsam zaten naiplik iddiasında bulunmam imkansızdır.
Ben de aynı şeyi söylüyorum, mutlak ilahi hakikatın bilgisi
bilinebilir, ama bir aracı, hüccet, imamet olmadan.
Allah
ancak Allah ile bilinebilir ve her türlü aracı hataya sürükler. Her kim
kendisine Ondan başka bir rehber edinirse hayret vadisinde
başıboş kalacaktır. O Allahı, Allah da onu terk
etmiştir.
Şunu hiç unutma;
ALLAHA GİDEN YOL İNSANLARIN SAYISI KADARDIR.
Her insanın şahsi manevi irşadı
mümkündür, mümkün hatta tek yoldur.
Ev Sahibi : Peki
Hz. Muhammedin Allahın nuruyla nurlandığı, Ehli beytin
de Muhammedin nuruyla
nurlandığı yanlış mı ?
Hallac :
Zatı ilahiyenin gerçeği sadece insana ait değildir ki, Onu
insanla bilesin. Tüm mahlukatın
hakikati tenden de üstün, candan da. Senden de üstün benden de. Onun küllü beninin bir cüzi olan
varlık alemine ne demeli o zaman. İşte açıktır ki,
Şii irfanı nübüvvet ve velayet dayanır. Tasavvufun irfanı
ise tevhide dayanır. Tasavvuf ile şiilik arasındaki münasebet
tevhid ile nübüvvetin cedelidir (diyalektiğidir).
Ev Sahibi :
Kişisel manevi irşadın usuli ne, aracı ne?
Hallac :
İki sınıf var müslüman alemde. Birinci sınıf Zata
giden yolda, Onunla arasında aracılık edecek şefahat
sahibi bir lider, bir rehber arayanlardır. Bunlar nebilerin bile
aracı olamayacağını görmezler.
Bu konuda Onları hidayete eriştirmek sana
düşmez, sen yalnız irşad etmekle yükümlüsün ya Muhammed (Bakara, 273) ve sen sevdiklerini
hidayete nail edemezsin (Kasas 56)
ayetlerinin hatırlatılmasına gerek yoktur.
İkinci
sınıf ise; kalplerinden mahluka ait bütün düşünceleri
çıkardıkları ve yalnız Onun ile meşgul oldukları
için doğru yolu izlemek istediklerinde Zatın aşk bezminin
kokusundan başka hiçbir mahlukun izini aramayanlardır. Hasan-ı
Basri, Veysel Karani, Selman-ı Farisi, Raiatül Kaysiye bu ikinci
sınıfa dahildir.
Yolu budur. Bir
kişinin diğerinden şefahat ummasını tevhidde ikilik
sayarım ben.
Ev Sahibi :
Ha unuttum Şıbliden sana bir mektup ulaştı. Dur vereyim.
Bir de İbn Humam seninle görüşmek istiyordu. Yakın dostumdur ve
rabıtamızı biliyor.
Hallac : Bir haber gönder biz
konuşmaya devam ederken.
Ev Sahibi :
(Bağırır) Abdullah
şuradan bir soluk İbn Humama bir haber ver. Biz Türkler de
Horasanda zor durumdayız esasında.
Hallac : Neden ?
Ev Sahibi :
Tasavvufa büyük bir yönelim var. Ama biliyorsun ki, halifenin muhafız
ordusunun yarısından fazlası Türk. Ordu komutanları da
öyle. Onlar da halife ile birlikte kelam ve fıkıh dayatıyorlar.
Şimdiden çok göç var bu yüzden. Asyanın geniş topraklarında
özgürce, karışanı olmadan yaşamaya alışmış
olanlar hiçbir tazyik ve baskıya tahammül edemiyor. Diyorlar ki
şimdiden Sivas, Malatya, Amasya, Erzincan illerinin çoğu türk
göçerleriyle dolmuş.
Hallac :
Asıl özgürlük. Hiçbir otoriteye teslim olmadan yaşaması
insanın. Zaten en fazla Türk illerinde
rağbet gördü benim düşüncem. Anadoluya geçmek istiyorum.
Özgürlük köklerini Asya bozkırından alıp,
yaprakları Anadoluda yeşeren bir çınardır. Bu çınar
kurutulamaz susuz bırakılmakla.
Ev Sahibi : (Nech-ül
Belagayı açar okur)
İmam Alinin şu sözleri zaten manevi
irşadın kişisel olduğunu, insanın bu hususta kendisine
güvenmesi gerektiğini anlatıyor sanırım. Bunun üzerine ben
de düşündüm, ya Hallac sen bir yorumla.
Hallac : Oku bakayım.
Ev Sahibi :
Sana senin için gerekli olan her şey senin dışında,
başkalarında, başka yer ve vadilerde değil, yine sendedir.
Fakat sen bunu yeterince bilmiyorsun ve derdinin içinde gizlenen devayı da
bulamıyorsun. Sen her harfi özel bir sır ve her satırı bir
yer açan, açık bir kitapsın.
Kendi kitabını okumayı biliyorsun. Sen kendini küçük
zannetme, en büyük alem sensin ve kainat sende dürülüdür. Senin, seni aşan
ve dışına taşan zahiri ve harici hiçbir şeye
ihtiyacın yoktur. Senin için
gerekli olan her türlü bilgi, bulgu, bilim ile ilgili fikir sende dürülüdür.
Sen onu yeterince açığa çıkarıp değerlendirmiyorsun
da, başkalarından medet umuyorsun.
Hallac : Dinle dostum. Dinle bir kere ne
anlama gelir.
Denir ki ümmete;
Ey başaşağı çamura
düşmüş,
ey ayağı balçığa batıp
kalmış adam,
Sana gönül aleminden ne söyleyeyim ben,
alem sensin de, aciz kalmışsın.
Elinle yaptığın sarayda mahkum
kalmışsın,
Gönül konağına zebaniler mukim
kılmışsın,
acz eliyle ayağına pranga vurmuşsun.
Hakkın
gerçekleri herkese
açık
eşit derecede,
Onun
kovanına işleyen her arı,
alır mutlak
payına düşen balı.
Ey benliğini yitirmiş,
Yalnız kalmış, kimsesiz.
Yorgun, bitkin düşmüş,
Ey sefil köle;
Derya içine dalmış da
Bir damla gibi
Zifri karanlık gecede
Korkunç çaresizlik içinde kalmış da,
Vurulmuş gibi,
Issız çölde kaybolmuş gibi,
Bir hal tercümesimi istiyorsun.
Hal de
sensin tercüme de,
Âlim sensin, ilim sende,
Arif sensin, irfan sende,
Mürşid sensin, marifet sende,
Sendedir ümmüd-i bülendi Zatın
Kurtaracak elinden her türlü bidatın
Ey kutluluk ısısı kul,
Kudret, ilim, irade
Zuhur eder sende,
Sen hala kendi hakikatinden
Şüphe mi edersin.
Ey taklit eden iflah olmaz gafil,
Mukalitin imanı olmaz sahih,
Bağlı isen bir rehbere, kutba,
Yitik olan benliğin din
Otoriteye karşı koymazsan benliğini,
İmanın bulmaz esenliğini.
Korkma, sönen şafaklardır sadece,
Güven benliğine,
Reddet zincirlerini,
Koy ortaya kendi cevherini
Ömrü dört gün nazlı kelebek,
Balçıktan yükselen herca-i menekşe,
Yaşar alnı açık, yönelik,
Işığa
Dolaylı yansıyan ışık,
Ölümüdür gonca gül bezminin.
Enel hak demek, Hakkın sözü,
Bilmek istersen gerçeğini,
Şeylerin içinde mündemiç,
İrfan-bilme, bilinemeyene karşı,
Enel Hak irfanıdır bilinecek olanın,
Zinhar vermegil gönül dünya payına bir gün
Dünyaya gönül veren düşe tayına bir gün
Kuşların yuvasını kimse doğan
edinmez
Ol elde kaçan dura gide yayına bir gün
Gör ahi niceleri topraklar koçmuş yatar
Bizi de onlar gibi ala koynuna bir gün
Şol kuşun kim yuvası doğan katında
olur
Ol ondan kaçılsa da gide yeyine bir gün
Miskin biçare Yunus gördüm bildim demegil
Tuf erenler eteğin düşgil suyana bir gün
Hiç bilmeyen kezek kimin arasında gezer ölüm
Halkı bostan edinmiştir dilediğin üzer ölüm
Bir nicenin belin büker bir nicenin mülkün yıkar
Bir nicenin yaşın döker var gücünü ezer ölüm
Birinin alır kardeşin revan döker gözü
yaşın
Hiç onarmaz bağrı başın hebersiz gelir
ölüm
Yiğidi koca olunca komaz kendine bilince
Birin koyup gelince gözlerine süzer ölüm
Hani onun sevdik yarı kıl taatın arı yürü
Miskin Yunus neye durur ejderhalar yutar ölüm
Bu bapta halk Hak, Hak halk,
Enel Hak rehbersiz irşad,
Enel Hak hürriyet,
Enel Hak hürriyete yakin aşk.
Ev Sahibi : Sen gerçekten karanlıkta kalmış ruhları aydınlatan bir güneşsin.
Sen Hallac el esrar, yani kalplerin derinliklerinde
pamuk ipliği gibi atansın.
Bu sözlerin birini bile unutmadan, yazıp
yayacağım Horasan ellerinden geçen her erene.
Hallac : Keşke yerenlerden
olsaydın, korkarım ben övgüden.
(Kapı
çalınır)
Ev Sahibi : Kim o ?
İbn
Humam : Ben, ben ibn Humam.
Ev Sahibi : (Açar
kapıyı) Buyuur ibn Humam.
İbn
humam : Selamünaleyküm.
Hallac : Aleykümselam. Nasılsın
ya ibn Humam. Seni gördüğüme çok sevindim.
İbn Humam :
Nasıl olalım. Dünyanın hali gibi. Ben de çok sevindim. Seni
görmek ne ala ya Hallac. Seni görünce karanlık gönlüm
aydınlanıyor birden. Güven geliyor bana.
Günlerdir içinden çıkamadığım
meseleler birden aydınlanıyor birer birer.
Ben ne soracaktım sana? Allahım yarabbim.
Hallac : Acele etme, heyacanlanma, sakin ol
biraz. Gel otur biraz. Konuşuruz biraz.
Meseleler zaten çözüme aday olmuş
sorunlardır biraz.
Asıl cehalet sorunun ne olduğunun
bilinmemesinde.
İbn Humam :
(Oturur) Meseleler çok
karışık. Ruhum, Arap saçı durulmadı, durulmuyor bir
türlü. Ne yapacağım ben? Allahım yarabbim. Bilemiyorum. Devirdim
bütün kelam, fıkıh, mantık, hadis kitaplarını
defalarca. Kafamı kaldırmadım haftalarca.
Her türlü cedel yöntemini öğrendimya. Ne yapayım
ben ya Hallac.
Hallac :
Kalburla şu taşınır mı hiç ey ibn Humam? Mutlak ilahi
hakikat akılla, mantıkla, kelamla, hadisle, fıkıhla
kavranır mı hiç? Tıpkı suyu
taşımak için olduğu gibi, ilahi kaynakdan da yararlanmak
için uygun araç kullanılmalı.
İbn
Humam : Ne yapacağız öyleyse.
Nutkum tutuldu vallahi billahi günlerdir ?
Hallac : Bak bu hususta tek doğru
şey Şii çifte gerçeklik nazariyesi.
Her gerçeklik alanı kendi araçlarıyla kavranabilir.
Fizik evren, madde alem, mutlak nesnel gerçeklik akıl, bilim, mantık,
ile kavranır. Oysa metafizik evren, mânâ alemi, mutlak ilahi gerçeklik
vahiy, sezgi, kalp, keşf, ilham, aşk ileri akıl mantık ile
kavranamaz. Sen şimdi, madde aleminin araçlarıyla mânâ alemini, ilahi
hakikati kavramaya çalışırsan, yelkenlerin tersine kürek
çekmiş olursun. Daha kötü sonuçlar verir. İşte bu iki
alanın araç ve usulleri ayrıdır. Her biri kendi aracı ile
kavranır. Çifte gerçeklik fikri de buradan çıkar.
İşte tüm akılcılardan hatası da;
akıl ile ilahi gerçekliği kavramaya çalışmalarıdır.
Bu durumda şöyle denmiştir : Madem akıl ile
ilahi gerçeklik kavranır ise, ya vahiy akıl ve mantık ile
uyuşma halindedir, yahut değildir. Birinci halde gereksizdir,
fazladır; ikinci halde ise kabul edilmeyip reddedilmelidir. Bu ibn
Ravendinin açığa çıkardığı bir görüştür.
Öyleyse ne yapmalı diyorsun. Bu soru hep yineleniyor.
Kavranacaksa kavranacak olanı, uygun araçları ile uygun usullerle
kavramalı.
Bak şimdi, alfabeyi bana bir sayar
mısın ?
İbn Humam :
Elif, ba, ta , sa cim, çim, ha, ha, dal, zal, ra, za, sin, şın, sad,
dad, ta, za, ayn, gayn, fa, gaf, kaf...
Hallac : Peki Fadan itibaren
sayabilirmisin ?
İbn
Humam : Fa, gaf.. neydi ya.
Allahım, yarabbim.
Hallac :
Akıl alıştığı kalıplarla işleyen bir
araçtır. Tüm araçlar gibi öğrenilmiş alışkanlıkta
olanı taklide sevkeder. Sadece belirlenmiş kategorilerle
düşünmeye iter. NE GERÇEK OLAN AKLI, NE DE AKLI OLAN GERÇEKTİR.
En bağımlı insanlar
davranışlarında aklın kendisini daha çok belli ettiği
ve aklın güdümüne kendisini daha çok bırakan insanlardır. Akli
olan gerçektir, gerçek olan aklidir dersen, hiçbir şey gerçeklerin
kendisinden yanıltıcı olamaz.
Tüm hüccet,
rehber iddiasında olanlara itaat
gibi, akla itaat da mevcut, yeleşik,
alışılagelmiş formlara teslimiyettir. Oysa hayata fa
ile başlamak formları kırar.
İhvar-
ül Sefa risalelerinin müzik bölümü buna en iyi örnek. Muktedir ve
Hamit ve
tüm müstebitler yerleşik aklın üzerine kurulu nizamlardır.
Akıl
nakıstır, natıktır gayri natıktır,
nisbidir ve kısmıdır. Mukimdir, akimdir ve
verilidir.
Verili form suretlerine dayanır. Form ipek bile olsa, kendini yaratan
kozayı
nasıl boğarsa, öyle öldürür özü. Yok eder. VE KAHROLASI TÜM
FORMLARI SİZ İNSANLAR
YARATTINIZ.
Aklınızı kullanın, ama parayı kullananlar gibi
onun esiri olmayın derim.
Siz
kelamcılar, akıl ve cedelle ilahi gerçekliği
kavrayamazsınız dostum;
akıl gözünün gönül cevheriyle görmek mümkün ancak.
Hallac : Bu bir aşk işi, gönül
işi, dost işi, inan işi.
Hakikate erişen ilk bakışta varlık
nurunu görür.
Marifet sahibi olan neyi görürse, önce Onu görür.
Bunun için Ondan başka her şeyi gönlünden
çıkarmalı aşık; terk etmeli maddi alemi.
Felsefeyi düşkün hakim, bu alemi ancak imkan
alemi olarak görür de,
vacibi mümkünle ispata kalkışır. Vacibin
zatından hayrete düşer.
Bazen teselsüle saplanıp, teselsülde, bazen nedenlerde
hapsolup gider.
Akıl da teselsülle uğraşıp, ayağı
teselsüle bağlanır.
Oysa abes aklın yüzünden kimi felsefeye düşer, kimi
düşer hulule.
Akılda nuru görmeye kudret yok. Yürü onu görmek için
başka göz ara.
Felsefenin iki gözü de şaşı, görmez
Tanrıyı,
Teşbih de görmezlikten ileri gelir, tenzih tek gözlü
olmadan.
Tenasuh görüş darlığından,
İtizal yolu tutan anadan doğma kör.
Tevhid zevkini tatmayan kelamcı, taklit bulutuyla
örtülü.
Fakih, mühaddis, zahirin karanlıklarında güneş
altında kalmış,
Görmeye zaten karşı; der vahiy kesilmiştir
madem artık ben gerçeği nedem.
Zahir ehlinin iki gözünde de ağrı var, alemde
görünenden başkasını görmez.
Fakih söyler durur, yasaya uydurur. Oysa Tanrının
zatıysa nitelikten
Münezzehtir, nicelikten de. Söylenen sözlerin hepsinden yüce.
Erdemli tek bir davranış yoktur ki yasayı ihlal etmeye.
Onu kim bile, aşkla bile.
Batın, gayb alemi giremez akıl,
ancak maşukta kayb olan aşık gire.
İbn Humam : Ya Hallac, ne diyeyim erişemem sana.
Doğrusunu ancak Allah bile.
Senin sözlerini anlamak müşkül.
Anlatmaya kimin gücü yete.
Bunları ne kalem yazar, ne kitap okuna.
Ne yazının gücü yete.
Ev Sahibi : (İçecek
birşeyler getirir)
Dostlar buyurun, için biraz. Boğazınız
kurudu.
(İçerler
bir yandan)
İbn
Humam : İyice
yaşlanmışsın ya Hallac. Saçların beyazlamış
bir hayli.
(Bu arada
kapı çalınır. Ev sahibi bakar, birşeyler konuşur geri
döner)
Ev Sahibi :
Ya Hallac, Şıblinin mektubuna cevap yazacak mısın? Ulak
gelmiş. Bekliyor kapıda.
Hallac :
(Bir parça kağıt
çıkarır) Bunlar kaliteli kağıtlar. Çinden gelen
kervanlardan aldım. (Yazar )
Yazamadım sana, hayır sana değil o.
Ruhumla konuştum kalemsiz, harfsiz.
Ayrılık yok, dostla ruh arasında.
Ne kağıt, ne yazı, ne sen, ne kitap
O sensin yazdığın metup aslında
Senden sana, kendi dilinle cevap.
Ev Sahibi : Daha Şıblınin mektubunu okumadınız bile ya Hallac.
Hallac : Yazılan ne varsa önceden
okunmuştur. Zararı geleceğe dokunur.
(Sahne kararır)