PERDE  : 2

SAHNE : 1

 

(Bir arastada Hallac ve bir tüccar oturmuştur. Bir köşede kahve içerler. Orada hamallar kan ter içinde pamuk balyaları taşımaktadır. Bu arastada köleler, köylüler, dervişler, aydınlar, lumpenler, demirciler, keresteciler, uncular, hallaçlar, kasaslar, nalbur, duvarcı, kilimci, keçeci, dokumacı, sabuncu, bakırcı, şapkacı, baharatçı, kerpiçci, tefeci, ekici torbacı ve hamallar bulunur).

Tüccar             : Sizi iyi gördüm el Hallac.

Hallac             : Sadece iyi gördün. Görünen her şey geçicidir.

Tüccar             : Doğru söylüyorsun ya Hallac. Ömür boyu çalıştım, didindim. Ömrüm tükendi, telef oldum, şu gördüğünüz hanı yaptırmak için. Hayat fani, Hak baki. Biz sadece bekçileriyiz malın mülkün, emanet hepsi.

(Bu arada bir hamal sırtındaki yükü indirir, arka cebinden çıkardığı mendil ile alın terini siler. Ve lafa girer.)

Hamal                         : Doğru söylüyorsun ya haci!

Sen çok yorulmuşsun. Bir yılda ben beklesem senin şu emanetleri.

Tüccar             : (Hamalı yanına çağırır.) Gel buraya bakayım, gel gel. Sana bir şey söyleyeyim. (Beş dirhem çıkarır uzatır.) Al şu beş dirhemi ve kimseye bir şey söyleme.

Hamal                         : Neden!

Tüccar             : Bütün müslüman kardeşlerim beraber beklemeye kalksa, sana bu da düşmez bekçilik ücreti. Bizim malların bekçisi olduğumuz kitapta yazar. İslamın temel düşüncelerinden biriydi bu, değil mi el Hallac?

Hallac                         : Düşünceler harflerdedir, hayaller de düşüncede. Oysa O’nun ihlasla zikrolunması harflerin ve düşüncelerin ötesindedir.

Tüccar             : Bana müsaade biraz işlerim var da.

Hamal                         : Güle güle ya haci, bekçilik yine mi? Tekrar beklerim.

(Hallac’a döner)

Sen ne dersin bu işe ya Hallac. Halife Bizanslı sevgilisine 500.000 dinarlık mücevher takarken, benim hisseme düşen beş dirhem. Bütün müslümanların malı ortak değil mi?

Hallac             : Mülküyet bir küldür.

(Yanlarına hemen iki köle yanaşır ve fırsat vermeden söze karışırlar.)

1. Köle            : Kül ne demek, açık konuş bizimle.

2. Köle            : Ey sufi, Kur’an köleliği tamamen reddetmiyormu ki toprağımız yok iken, belki de bu yüzden özgür de değiliz. Bize söyle.

Hallac             : Ama kölelere iyi davranılmasına vaaz ediyor.

2. Köle            : Bize hiç davranmasınlar daha iyi?

1. Köle            : Efendim ebu Kavs’ın var 4000 kölesi. Yüzümüzü gördüğü yok ki, iyi davransın. Sabahın sifiri karanlığından gece yarısına kadar imanımız gevriyor tarlada, bağda. (Ellerini gösterir) Bak ellerim paramparça, çorak toprak gibi çapa, hergimat, yaba, bel işinden. Yarı belimize kadar cünüt içindeyiz bu da cabası. Mülkiyetimiz olmadığı gibi yok hürriyetimiz de.

2. Köle            : Topraktan yasak ayrılmamız. Her gün atlılarıyla bölüyorlar nazlı, sabah, seher uykularını çocuklarımızın. Alınıp satılıyoruz, hibe ediliyoruz. Çocuklarımız köle olarak doğuyor. Efendi acze düşünce de en güzel kızlarımız satılıyor evvela. Sağlıklı çocuk doğurunca kadınlarımız, koparılacak diye bağrından, sevinecek yere gözleri kan çanağı ağlıyor kahrından. Sırtımızdan sırımlık, karnımızdan kayışlık alıyorlar.

Hallac             : Sabretmenizden başka çare yok. Sabırla şerbet bile şarap olurmuş.

1. Köle            : Şarap içmek günah olduğuna göre... sabır da günah.

Hallac             : Siz sabır şarabıyla sarhoş olun ve bekleyin

Gün gelir,

Gün gelir meğer,

Günahlar olur sevap.

2. Köle            : Tüm ümmet eşit değil mi Tanrı indinde? Ama onlar salkım söğüt gölgesinde , safahat içinde. Al yanaklı çocukları yedikleri önlerinde yemedikleri arkada.

Biz yarı aç, yarı sefil, yarımız öksüz, yarımız yetim güneş altında. Tamamımız düşkün kadınlarımızın göğüsleri kuru. Çocuklar sıtma ve vebadan heba. Üstelik onlar yağlı ve tımbıl bizim ürettiklerimizle. Ayrılık var mı kul ile kul arasında.

Dahası, biz zengin müslüman kardeşlerimizin diyeti miyiz Tanrı’ya? Oruç kaçırınca, adam öldürünce, namaz ıskatında telefi için günahlarını bizi özgür kılarlar. Ve üstelik fazladan sevap alırlar. Bizden daha avantajlı girerler hesap gününe. Ayrılık yok ise de hak ile kul arasında, farklılık muhakkak gibi geliyor bize.

Hadi diyelim oruç kaçırmam na-mümkün, çünkü hep açım. Ama ben namaz kaçırınca ne ile telafi edeceğim? Kendimi özgür kılarak mı? Buna kitapta bir bap, bu konuda bir meal var mı ey Hallac söyle bize?

Efendi ölünce ıskat namazı için parası var, bizim ıskatı bırak kefen paramız bile yok.

1. Köle            : Ne değişti cahiliyeden beri? Orada da, burada da aynı kabile, aynı asabbiye, aynı fenail, aynı aşa’ir, aynı ama ir aynı vüfud.

Toprak, su ve bil cümle mülkiyet yine ellerinde Mudaroğullarının, Sahraoğullarının, Şekhamoğullarının, Ma’addoğullarının, Becileoğullarının, Has’amoğullarının. Köleler yine köle aynı oğulların.

Tanrı’lar Tanrı, insanlar insan iken

Gökyüzü akitleri ve yeryüzü kutluları

Ve kölelerin tüm umutları

Yorgun yağmur bulutları gibi

Tükenmektedir.

Ve umudun insicamı yüreklerimiz.

Kaderin yükünü taşımaya,

Yetmemektedi.

Yeryüzünün fatihleri şimdi,

Gökyüzünü fethetmek istemektedir.

Bunun bedeli olarak,

Kölelere iye davran denilmektedir.

Kölelere davranılmasın en çıkar,

İyi davranmayan efendiye hiç yoksa,

İsyan çıkar.

2. Köle            : Ben kurban kesemem, hacca gidemem, zekât veremem, ezelden orucum hep: İşine gelir efendinin. Bu dünyadaki hırizmalar gibi öbür dünyadaki cennet sarayı da onların. NE DEĞİŞTİ, NE DEĞİŞECEK

1. Köle            : Bu dünya ile sınırlıyken sefaletimiz, öğrendik ki ölmekle bitmiyor hayat, öbür dünyaya da taşında ıstırabımız.

Hallac             : Kuran Tanrı’nın emridir, ama iradesi değildir. Emir bu yönde.....

(Sözünü bitiremez...)

1. Köle            : Bugün gördüğümüz sadece baskı, zulüm ve kandır.

Hallac                         : Ama iradesi ise, baskı, zulüm ve kana karşı isyan yönündedir. Ve bu iradeyi hakim kılacak olan sadece kölelerdir.

1. Köle            : Neden biz, bu da mı bize yüklendi?

Hallac             : Çünkü, Tanrı sadece kölelerin adlarını Levh’e yazıp, kaderlerini yazmadı.

2. Köle            : Ne anlama gelir bu?

Hallac                         : Sadece kölelerin amellerinin ve akıbetlerinin ve kaderlerinin kendi ellerine terk edildiği anlamına gelir.

1. Köle            : Amel nedir?

Hallac             : Kurtuluşunuzdur ve bu imtiyaz başka hiçbir zümreye tanınmamış bir şanstır.

1. Köle            : Ne yapmamız gerekir bu durumda?

Hallac                         : Salih emeller beslemeniz gerekir. Hiçbir müslüman iki efendiye birden kulluk edemez. Ya Tanrı’ya kulluk edip var, veya efendinize köle olacaksınız.

Seçme şansına sahipsiniz, tercih sizin. Ama bilesiniz ki, O, yalnızca O olan O, O’nun Ha’sı yalnızca O’nun olan Ha efendilikte ortak kabul etmez. Birin tek olduğunu ikileyenlere deyin ki, TANRI İKİNİN BİRİ OLAMAZ.

Size, sadece size tanınmış olan bu hakkı yine kullanacak olan sizlersiniz. Medet ummayın bizden. Ben derim ki, ikiyi birleyecek olan, yani tevhidi kurtaracak olan sizlersiniz. Umut sizdedir. Umudu rüsva etmeyin. Aydınlığın üzerine karanlığın cevherinin salmak isteyenlere müsaade etmeyin.

1. Köle            : Her tarafta ispiyon, korku ve ülmihal. Onbinlerce paralı muhafız var. Sınırsız baskı ve acımasız bir yargı var. Gerçekler bunlar, hayatın gerçekleri. Hiç akıllıca bir şey olmaz senin dediğin.

Hallac             : Susturun yargıyı ve gerçeği

Özgür olmak için önce aklın zincirleri kırılmalı,

İsyan, o dev başını kaldırdımı bir kerre,

Silmek için cellatlardan kalan son izleri,

Hiçbir kılıç kınında uyuya kalmaz.

Korku kişinin kaderini değiştirmez.

1. Köle            : Çaresiz, yoksul, perişanız. Ne yapacağız?

Hallac             : İnsanın kölelikten kurtulması için,

Önce ruhunun özgür olması,

Ruhun özgür olması için de;

Özgür ruhlu olması gerekir.

Ben size gerçeği ve mucizeyi vaad ediyorum.

Gerçek haktır, mucize cüz.

Size özgürlüğü ve insanı vaadediyorum,

Özgürlük bir kül, insan sizsiniz.

Ancak kaderini kendi eline alanın

Özgürlüğü de kendi elinde olabilir.

(Susar)

Hamal

ve 1. Köle       : Sahi ya söylemedin. Şu mülkiyetin de bir kül olması ne demek?

Hallac             : Onu ne diyeni ne dinleyeni yaşatırlar.

Size önce özgürlük gerek.

(Sonra Hallac bir kağıt demeti çıkarır kölelere verir. Dinleyiciler artmıştır. Biz de duymak istiyoruz sesleri gelir. Kalabalıktan biri kapar kağıdı ve başlar okumaya. Hallac çıkar gider bu arada. Kalabalık görülmemektedir. Gürültüler sahnenin karanlık bölümünden gelir. Biri bağırır:” Nereye ya Hallac”.)

Okuyucu         : İnsanların kaderiyle içinde yaşadıkları siyasi iklim ve rejim arasında sıkı bir bağlantı vardır.

Hilafeti saltanata çevirenler, şehvet esirleri, ikbal sarhoşları, zorbalar, zalimler, tiranlar, deha ve şan cellatları, kardeş katilleri, asabiyet melikleri, soyguncular, vüfudlar bu halkın kaderini gaspederek besleniyorlar.

Ve din baronları, işbirlikçi ulema taifesi destekledikçe siyasi ricalı ve onlar beslendikçe zalim sultanlarca, hakikatın tevarüsü katledilmektedir. İslamın geleceği katledilmektedir. OYSA HAKİKATIN ÖZÜ HÜRRİYETTİR. Ben ölümleri hep acı çekenlerin tarihsel dramlarını sergileyen insanların yolundan gideceğim. ZULME BOYUN EĞMEK TANRI’YA HAKARETTİR. Bu nedenle yüreğimin beni götürdüğü, aklımın karşı koyduğu yere gideceğim.

Sevenlerin gönlündeki vesile makamına, aşk makamına ereceğim ve orada taht kuracağım. Ve siz ey karanlığın cevherini aydınlığın üzerine salan Berzah aleminin cellatları, siz ey zorbalar ve kaderimize ıstırap çektirenler yok olana ve aşkı bulana dek orada kalacağım.

RİSALETİNİZ VE HİLAFETİNİZ SİZİN OLSUN.

            Sizin dünyanın saltanatı,

            Sizin şairlerin naatı,

            Sizin olsun ulemanın biatı.

            Cariyeler sizin, sizin cizye, haraç sizin,

            Sizin satılan köleler haraç-mezat.

Saraylar, hanlar, hamamlar

Ne varsa dünya malı haram

Amber kokular, altın takılar, yakut gerdanlıklar

Zulmünüz ve kahrınız,

Sevginiz ve muhabbetiniz

Sefayı safahatınız

Sizin olsun.

Sade bir aşk

Yani hak, hakikat

Ve hürriyet yeter bana.

Ey ümmeti müslüman size deniliyor ki, Tanrı dünyayı altı günde yaratmıştır. İnanmayınız. Henüz biz beşinci gündeyiz. Ve dürüst, ve namuslu, ve çalışkan, alnı açık, vicdanı pak insanlar; ne zaman saltanatınız hüküm sürecek altıncı gün o zaman dolacaktır. Oysa, iktidar ve güç sahipleri altıncı günü beşinci güne katmak istiyorlar.

Hayır! Altıncı gün mutlaka bir gün gelecektir; zira gerçeklik bir süreçtir ve durdurulamaz.

Altıncı gün Tanrı’nın evreni insani bir varoluşu yeniden yarattığı bir gündür.

Gelmemiştir ama gelmesi sürmektedir.

 

 

 

 

 

PERDE             :      2

SAHNE             :     2

 

(Hallac Şıbli’nin kapısını çalır, Şıbli kim deyince, Ene’l Hak, kadir’i mutlak diye cevap verir. Hallac ile Şıbli dosttur, şıbli dosttur, Şıbli zaman içinde Hallac’ın düşüncelerini öğrenip, benimseyen biridir. Bundan da öte aralarında hiçbir zaman son bulmayan arkadaşlık bağı vardır. Şıbli Türk kökenlidir. Zamanın siyasal yönetimi ile yakın bağları vardır. Kendisi Hallac’ın ölümünden sonra düşüncelerini sürdürmüştür. Deli olduğunu söyleyerek ve arada bir akıl hastanesine yatarak ölümden kurtulduğu belirtilir. Hallac taşlanır iken ona kırmızı gül atan iki kişiden biridir. Diğeri İbn Ata’dır. Bu konuşma esasen Hallac ile Cüneyd’i Bağdadi arasında geçmiştir.)

Şıblı                : Kim o?

Hallac             : Ene’l Hak, Kadir’i Mutlak.

(Şıbli kapıyı açar.)

Şıblı                : Buyur ya Hallac. Çok özledim seni. (Sarılır.) Ne dedin tam duyamadım?

Hallac             : Ene’l Hak, Kadir’i Mutlak.

Şıblı                : Bu söylediklerinden Allah’a sığınalım ya Hallac. Senin sonun kötü olacak.

Allah seni şirretin şerrinden korusun.

Hallac             : Şer de sevap kadar nezdimizdedir.

Şıblı                : Biliyorum, biliyorum da, şimdi tutup Tanrı’lığını ilan ettiğini söyleyecekler.

Hallac             : Söyleyene değil, söyletene bak.

Musa’ya Eymen vadisinde bir ağaç bile

Ben Tanrı’yım, Tanrı dedi de;

İlahi kaynakları kuruttunuz,

Tanrı’nın sesini kestiniz.

Hakkın duyulduğu her ses

Zorunamı gidiyor, islam ümmetinin.

Şıblı                : Firavun’un da Ene’l Hak dediğini söylüyorlar ama.

Hallac                         : Firavun Ene dedi kendini ortaya koydu. Ben Ene dedim kendimi ortadan kovdum. O, Ben’i yitirip kendini mutlaklaştırdı, ben kendimi yitirdim beni görüyorum. Aynı sözler farklı anlamlar taşıyabilirler. Firavun kibrinden söyledi, Hakkı red, ben aczimden söyledim söyledim firavunu red. Söz söylendiği şeraitten koparılınca soyutlaşıp, mutlaklaşır. Her nakil bu yüzden. Hale bağlı olmayan kal boşinandır.

Şıblı                : Doğrusunu Allah bilir ne diyeyim. Bir taksiratımız var ise O affede.

Hallac             : Allah’ın seni aldatmasına izin verme. O’ndan umudunu da kesme; aşkını O’ndan dilenme, ama O’nu sevmekten geri de kalma.

Şıblı                            : Tanrı’ya yemin ederim ki, senin sonun kötü olacak, öldürecekler seni. Benim gibi deli numarası yapıp kurtarabilirsin canını. Bak tasavvufun üstadı Cüneyt dahi seni reddediyor artık.

Hallac             : Aşk bu,

Vaaz değil ki söylensin kürsüden

Bağrında saklı esrar

Nazlı, ne yapalım,

Kürsüsü darağacıdır o,

Doğrusunu kim bilir,

Ben-i Esra gibi seven ölür.

Şıblı                : Her yerde seni suçluyorlar.

Hallac                         : El melame terk es selame. (Suçlamak selameti terk etmektedir.) O terk edenlerin işidir. Ben terk edemem.

Şıblı                : Ölüm bir zemheri bulutu gibi çökmüş üzerine, korkuyorum öldürecekler seni.

Hallac             : Seccademi suya sermiş bir ateşim ben,

Nemru’dan korkmayan cana ateş (topu) neki

Ey içimdeki büyük korku ve silahlı ülmühal,

Seni yendiğim gün,

Belki yendiğim gün,

Belki öleceğim ama,

Özgür olacağım.

Bu yolda çıkardım tarikat hırkamı ben

Yanmışım aşkın ateşine

Sevda sıcağının çölleri neki,

Padişahım, padişahım,

Mekansızlık cevheri benim,

Fermanla yönettiğin dünya neki

Yasayla hükmettiğin ölüm neki.

Onlara de ki,

Zulmün senin olsun,

Ver ki mührünü;

Basak bağrına fermanının,

Ateşle yanan cana, ferman neki.

 

Senin fermanın beyan,

Ben ki sureti görmüşüm beyan,

Aşkım cümle aleme beyan,

Senin beyanın neki

 

Ben derim Ene’l hak vaki

Mührünü ver ki,

Basak hakkın cevherine

Şıblı                : Ne güzel söylüyorsun ya Hallac

Seni dinlemek müthiş bir korku veriyor bana,

Ne etsek ne eylesek zait.

Aşk üzerine bir dem daha söylesek.

Hallac             : Bak işte,

Aşkın girdiği kapıdan kaçar korku, gider,

Aşkın bir sözü bile tüm korkuları yenmeye yeter

Söyleyeyim

Daldan bir gül kopardım,

Baş bir güldür ki kalmadı o,

Kalmadı gülnihal,

Bir tek herca-i menekşe,

o da her dem,

kırıldı kırılacak,

(boynu) nazende.

Şıblı                : Aşk tam olarak nedir ya Hallac

Hallac                         : Kendi niteliklerinden yoksun kılındığında ve kendi vasfın O’nun vasfından geldiğinde maşuğun huzurunda durabilme kudretidir.

Aşk araya giren bir ben olmaksızın O’nun müşahedesidir. Oysa kimileri onunla aramıza kendi benlerini koyuyorlar da, oluyorlar bir kutb, bir rehber. Bu Zat’ı ilahiyeye şirk koşmaktır, koşmaktır şirke, yani ben’e doğru. İşte ben bu yüzden çıkardım hırkamı. O’nunla aramda hail bu hırka. Her kul eyler bir ikrar hırka ve kutb olmayınca.

Şıblı                : Ne güzel söylemiş şair :

Aşkın kanadından gümüş bir tüy düştü,

Bütün şehirler birbirine değildi

Yola girdiler... huzura geldiler

O’na aşık, birbirlerine dost,

Kendilerine düşman oldular.

İhvan şehrinin insanları

Bu şehri fena şahridir

Heveslerle dolu cennet nefis,

Aşk evi fena-i nefis,

Güzelliğin cennet tapusu,

Aşkın mülkü ulu bir derya,

Cennet aşk deryesında bir damla

Sevgilin bir cüz

Aşkın bir kül,

Güzelliğin söz

Aşkının bir töz,

Söz olma töz

Cüz olma kül ol

Tez ol, durmak menzilinde zaman

Kül iste, kül ol, kül gör, kül öl.

Şıblı                : Aşıklara cennet neden hor görünür?

Hallac             : Nefs ehline cennet verirler.

Bal süt, şarap verirler,

Huri, gılman verirler

Türlü meyvelerle

Zevk-ü sefa verirler,

Aşk ehline ilk verilen

Kendi kavrulan ciğerinin acısıdır

Bu acılarla aşıklar, cennette

Nefs ehline sıkıntı verirler.

Şıblı                : Aşk ehline son verilen nedir ?

Hallac             : Kandilin ışığı gerçeğin ilmi

İlmi sarmış cihanı,

O bir ışıktır, aydınlatır dünyayı

Kainat o ışıkla dolmuştur

İlmi sırrıyla

Kainat o ışıkla donmuş

İlmin sırrıyla

Kandilin harareti

Gerçeğin gerçeği,

Gerçeğin kaynağın hararet narın

Gerçek saracak ki dünyayı,

Alevi ısıtacak alemi

Aşk görünür mü hiç aşıkla,

Aşk ısınır mı hararetle, ısıyla

Aşk yetinir mi hiç hakaretle, acıyla,

Aşık ki gerçeğin hakkı

Isınmak için kendini alevin içine bıraktı.

Oysa, pervaneler hala dönmede,

Şekiller beklemede,

Ne ilimden bir medet buzlar çözülmede,

Ne gerçekten neşet ruhlar serinlemede

Ne resim, ne şekil, ne cisim, ne unvan,

İsimler hala beklemede

Vuslattan sonra hangi pervane döne

Aşka ulaşan

Kulak vermez habere

Habercilerin işleri haberi bekleyene

Ne aşka ulaşan aldırır aşka (cennete)

Ne maşuka ulaşan bakar aşıka

Ne sen düşün sonrasını yeniden,

Ne benim düşünmeye gücüm yeter bu yolda

Bununla başlar maceram yeniden

(Kapı çalınır, gelen ibn Hafiftir, İbn de Hallac’ın sufi  dostlarından biridir. Sonuna kadar ona bağlı kalmıştır)

Şıblı                : Buyur, hoş gelip, safalar getirdin ya Hafif

Hafif               : Akşamınız hayırla dolsun.

(Hafif bir takım meyveler getirmiştir. Bir köşeye bırakır).

Şıblı                : Neden zahmet ettin dostum.

Hafif               : Düşündüm ki, acıkmışsınızdır. Hiç yoksa meyve atıştırınız.

Şıblı                : Hayır ruhum sonuna dek doygun

Midemden haber yok

Ruhum doymuş olunca,

Karnım niye açlık çeke

Hallac ile konuşurken benim acıkmam imkansız

Hafif               : Biliyorum. Durumu nasıl üstadın

Şıblı                : Nasıl ola ki, iyi.

Hafif               : Bir şey söylemedi mi?

Şıblı                : Hayır, hayırdır.

Hafif               : Zahiri şeriatının kurucu olan Davut oğlu Muhammed var ya tanırsın işte.

İşte o, platonik aşk diye bir şey yoktur, bunu söyleyen kâfirdir deyip hırpalamış üstadı.

Şıblı                : Hiçbir şey söylemedi.

Hafif                           : Aşk yolunda her çileye sevinç duyar O. Söylemez bir şey. Kendini koymaz ortaya.

(Bu arada Hallac seslenir, onları yanına çağırır).

Hallac             : Gelin oturun şöyle.

(Yanına otururlar, Hafif meyveleri açar, kimse yemez).

Hafif               : Geçmiş olsun üstad, bir şeyin yok ya.

Hallac                         : Birden başka bir şeyim yok benim elimde. Onu da çok görüyorlar. Saldırı ondandır. Hep olmuştur, hep olacaktır. Bizim varlığımız bundandır, onların korkusu aşktan.

Hafif               : Konuşmasan şu mandebur heriflerle üstad.

Hallac                         : Konuşmazsam aynı havuzda kirlenirim o zaman. Bak veli O kişidir ki, insanların günahlarını ve acılarını üstlenir. Halkın avuntusu ve imdadıdır O. Dünya için ise canlı bir suçlamadır. Varlığı zalimlere hakarettir. İnancın, aşkın ve umudun çığlığıdır. Dünyanın kötülüklerini üstlenir de, yükünü taşır Tanrı’nın. Saf güzellikleri bırakır onda; müslümanlar sevsinler diye. Yine de  korkarlar O’ndan, demek ki aşkın gücüne inanmazlar.

Bu çığlık kaçırır uykularını. Üstlendiğimiz kötülükler görünür de gözlerine, anlamazlar nedeni, saldırıları bu yüzdendir.

Konuşmamak niye, benim tüm sufilerden beklediğim tavır budur. Onlar öyle miskin çekilip köşelerine kendi avuntu ve imdadlarıyla yaşarlarsa, kirleneceklerdir. Aynı havuzda, havuzdakilerle. ÖNCE TAVRIN BELLİ OLMASI LAZIM.

Hafif               : Bir şeyler ye üstad. Bitkin görünüyorsun.

(Konuşmaya ara verip bir şeyler atıştırırlar. Bu arada Şibli gidip birisini bir tabaklar ve bıçaklar getirir. Soyup yerken konuşma devam eder)

Şıblı                            : Şu aşk hakkında yazdığını söylediğin Tasin var ya, yanlış anlamaları gidermek için onu çoğaltsak, belki durum değişir ya Hallac.

Hallac             : Ben söyleyeyim sen yaz o zaman :

ADEM HUVVA HUVVADIR

ADEM İNSANIN TA KENDİSİDİR

ONDAN ÖNCE O BİLİNMEYENDİR

ADEMİN İRFANI TANRI

TANRI’NIN İRFANI AŞK LİSANIDIR

Şıblı                            : Dur, dur bir dakika, kağıt kalem getireyim. (İçeri gider bir kağıt tomarı ve kalem getirir)

Bir daha tekrar edermisin ya Hallac.

(Hallac tekrar eder, Şıbli yazar)

(Sürdürür)

ADEM İNSANIN KENDİSİDİR

Aşk ise istenileni elde etme değil, ona sürekli talip olabilecek konumda bulunmaktır. Öyleyse aşk bilmek isteyenin bilmek istediğine en yakın durumudur.

O ışığa hakikatli bilme arzusu verir. Sonra bilim görüntü, görüntü tecelli, tecelil seyir, seyir de var varlık haline dönüşür. Kelimeler biter, ölüm hayat olur. Açıklamalar sona erer, işaretler silinir, mücadeleler yok edilir. Fena sona, beka kemale erer. Bezginlik ve endişeler gider, vesveseler yok olur ve olmayan kalır. Zamanın geçip ebedin kalması gibi. Aşk yok olacak ne var ise, yok olduktan sonra geriye ne kaldıysa yok olmayan, odur. Aşk yakılacak her şey yakıldıkta, yakılamayan ve sonsuza dek yanacak olan, ve yıkılacak her şey yıkıldıkta, geriye kalan ne var ise odur. O bir eksi bakiyedir, tüm toplamlıktan çıkan.

Kendinden ve her şeyden vazgeçmiş ve kendine ait görülmediği bir varoluş, var ve oluş biçimidir; özü kendinde mündemiç.

Bu noktadan sonra artık kim benim, kim erkeğim veya kadınımın derse şeytanla konuşmaktadır.

Şıblı                : Bedensel aşk ve aşk uğruna yakılmayı da ekler misin üstad?

Hallac                         : Bedensel aşkta yandık – yakıldık muhabbeti, ihaneti, nefreti getirir. Oysa aşkta yanılmaz, yanan şeyin kendisi neyse aşk odur. Aşık maddenin yanıcı cevheridir.

Maşukun cemalini görebilmek için yanmaya ve onu aydınlatmaya zorunludur.

Eğer aşık sevgilinin ihanetiyle muhabbetini keserse, yanmaktan müstağni olur ve maşukun keyfine uymuş olur. Eğer aşığa sevgilisi domuz götürse bile o bundan büyük bir keyif duymuş olur.

Gurur, kibir, onur, kin, nefret, kabile, aşiret tarikat muhabbet içinde erimiş olur.

Muhabbet insana

Muhabbetim sana

Muhabbetin sana

Yanmak insana olan muhabbettir. Dönüştürülmesin nefrete

Yakılmak aşkın cemalini celale çevirmesin

Ben diyorum ki size;

Adaletli bir dünya istiyorsanız,

Yargıdan vazgeçin

Yazılmış fetvalarla verilen hükümdür adalet

Besler nefreti bir yandan,

Bir yandan

Sinsice gelen gafil ihaneti

Ben diyorum ki, aşkın ve sevginin diyarına bir yol bulmak için

Ey dost uç dosta doğru,

Ey gönül git, aşkın gittiği yere git

(Sahne kararır çıkarlar)

 

 

 

 

 

PERDE  : 2

SAHNE : 3

 

( Sahne  aydınlanır. Yine Şıbli, Hafif ve Hallac vardır. Hallac bir baskına uğramış ve yaralı halde kurtarılarak Şiblinin evine getirilmitir. Sargılar içindedir. Omuzundan kılıç yarası almıştır)

Hafif                           : Geçmiş olsun üstad. Kalbim duracaktı bir an Rabbime şükürler olsun, şükür kavuşturana. Ne oldu böyle.

Hallac                         : Sehl el Tüsteri’yi ziyarete gidiyordum. Yanında yolculuk yaptığım kervanlara baskın yapıldı. Yakalama emri varmış. Yaralandım. Kervan sahiplerinden ve adamlarından bir kısmı öldürüldü. Beni kaçırdılar sonra.

Şıblı                            : Bağdat’ta senin öldüğün haberi çıktı. Biz de bir hayli merak ettik. Halifenin birçok telinci şairi aleyhinde şiirler okuyorlar camilerde. Es- Salat Cami’a duyurusu yapılmış. Halife bir hutbe okuyacakmış. Sokaklar tıka basa bir hurç gibi dolu. Kimse evine girmiyor, Yer yer atlı süvariler kılıçtan geçirmişler kalabalığı. Hailfe devlet erkanını tekrar Samara’ya taşıma kararı almış diyorlar. Yüklü bi kargaşa var, ölüler sokaklarda çürüyormuş, darmadağın. Kimse cenazesine bile sahip çıkamıyor. Yağmalanıyor tüm dükkanlar, evler yakılıyor. Harabeye döndü mutezile ve muturudi mahalleleri. Hariciler de Basra’da ayaklanmış, kent ıssız bir çöle dönmüş diyorlar. Hambelileri şimdilik karşısına almayı göze alamıyor halife diyorlar. Ama onlara karşı da bir harekat düşünülecekmiş.

Hafif                           : Halk senin ya dirini ya ölünü görmek istiyor. Teskin olmayacaklar başka türlü.

Hallac                         : Neden bu kanlı kargaşa. Dikkat edin tüm tartışmalar hür irade ve kader üzerine.

Hafif                           : Zaten her kim, insan iradesi hürdür diyorsa, onları temizliyorlar. Zulme ve zalime itaat için şerrin sahibinin de Allah olduğuna inanılması şarttır. Böylece zalimin şerri de Allah’tan ya, ne gelir elden, kader bu çıkar yol yok başka biattan.

Şıblı                            : Kaderin bağlayıcılığı ve iradenin hürriyeti arasındaki çelişkiyi çözmedikçe temelli, hürriyeti tatmayacaktır islam dünyası. Bu dünyanın kanayan yarası bu bence. Biz bırakmışız kaderi, aşka bulaşmışız. İradesi özgür değilken insanların, kölelikten kurtulsun diyoruz ruhları.

Hallac             : Çok etkilemiş olanlar seni, ama şunu bilki ey Şıbli olanlar şunu gösteriyor ki :

KADER HÜRRİYETE NÜFUZ EDEMEZ. Yeter ki, hürriyet kendini ısrarla, yeterli ve etkili bir inayetle koysun ortaya. Senin gördüklerin ispatlıyor bu ısrarı.

Kader hürriyete nüfuz edemez, çünkü o alemi yöneten yasaların toplamı ise özgürlük  bir hafiflik ve nikbinlik duygusudur daha ağır basan diğer kefedeki. Kader yazısız  yasalardır. Yasalar ise yazılmış kader. Oysa yazı neki; yazı arabın kisrası, yazı itfaya dayalı seyirlik egemenlik, yazı kölelik. Yazı cesedin yeniden müfredat alemine dahli, yazı ulema taifesi, devlet ricali. Yazı geçmiş  ile geleceğin ibn-ül vakte kasdı; ana tahakkümü demek. Yazı yezidin elindeki yasayla Haccac’ın eline kılıç verilmesi demek.

 

Ve eğer hür irade yok ise, insanın kaderi belirlenmiştir. Belirlenmişlik hem atomcu ve hem de Cebriyeci- Eşariyeci görüştür. İlletler ve nedenler silinip  süpürülmedikçe ezel nurun galebesi yüzünden gözleri sırları farkedemez olmaktan kurtulamayacaktır insanoğlu.

 

Eğer her şey belirlenmiş ise ve şerrin ve günahın kaynağı ve failini de tayin eden Tanrı ise, ki ben  bundan beri dururum, kimsenin kendi günahından sorululuğu kalmaz. Çebriyenin tüm çabası Kâbe’yi bile topa tutan, sahabenin kanını Kâbe duvarlarına akıtan, içki alemi düzenleyen, Ehl-i Beyt’in bile başına gövdesinden ayırtıp, bu da yetmezmiş gibi yetmiş yıl onlara lanet hutbesi okutturan Emevi ve ondan bin beter Abbasi zalim sultanlarını; şerrin sahibi de Allah olduğu veçhile onların bu davranışlarından beri kılıp biati sağlamaktır. Sorumluğu Allah’ın sırtına yükleyip saltanat sürmektir.

 

Hür irade ve kader nazariyesinin musibetle kullanışı dini akaidi siyaset, siyaseti de din haline getirmiştir. Her kim kendi sorumluluğunu yükler Allah’a, en büyük zorba odur. Zira Allah’ın dini, beşerin keyfiyetine indirgenemez, o yüzden zulmün en kötüsü Allah adına yapılanıdır. Oysa O, “zalimlere kurtuluş yolunu göstermez”. Tanrı hiçbir fitne, şerr, günah ve zulmün kaynağı, tanığı veya ortağı, veya onay ve tasvip makamı değildir.

Hafif                           : İrade serbestisi ve özgürlük var ise, her kişi Tanrı’nın inhisarına, tasarrufuna tâbi olmadan başına buyruk davranır ise, Tanrı’nın her şeye kadir-i mutlak iradesi tehlikeye düşmez mi?

Veya Tanrı şerri seçecek kulunu bilmiyor ise, aynı sonuç çıkmaz mı? Bilip de engel olmuyor ise, burada Tanrı sebep değil midir?

Bilip, engel olmak isteyip, ki engel olabileceğinden kuşku yoktur, engel de olabiliyor ise o zaman yeryüzünde şerrin kalmaması lazım. Öyleyse Bağdat sokaklarında akan kan ne? Aklım almıyor bir türlü.

Hallac                         : Tanrı’nın iradesi kadiri mutlak da, gelip bunun senin üzerinde kullanması için ne sebep. Sen buna değer olduğun gibi bir kibri nereden alıyorsun. Sen sokakları kana buluyorsan, O iradesini neden buna koysun. O’nun elini akıttığı kana bulaştırmaya hiçbir aşağılık zorbanın gücü yetmez.

            Tanrı şerrin sahibini biliyorsa neden engel olmuyor diyorsun ?

O şerrin sahibini biliyor, uyarıyor ama, O ÖZGÜRLÜĞE MÜDAHALE ETMİYOR. Çünkü, O bir zorba, bir zalim, yani bir insan değil. O halde diyebiliriz ki, her türlü özgürlüğe müdahale etmeyen sadece ve sadece Tanrı’dır. Ama kadere harfiyen uyan da Tanrı’dır. Kendi koyduğu kanun ve adetlerden sadece o dönmez, dönemez ve dolayısı ile SADECE TANRI ÖZGÜR DEĞİLDİR. İmkansız olanın mümkün olmayacağı ile de bağlı değil, ama devlet reisleri gibi sorumsuz da değildir.

Yani  “ Tevhid kelamdır ! ve kelam Zat’ın sıfatıdır diyeyim”

Hafif               : Bu ne anlama gelir ?

Hallac                         : Neticeten, her şeyin bir nedene bağlanması belirleyenin özelliğidir, ama bu belirlenen niteliğini göstermez.

Şıblı                : Biraz açabilir misiniz?

Hallac                         : Demem o ki, nedensellik ve zorunluluk belirleyenin sıfatıdır, özelliğidir ama, belirleneni niteliğini göstermez. O nitelik olarak serbesttir. Tıpkı rüzgârın kum tanelerini savururken, hiçbir kum tanesinin buna karşı koyamaması, önünde seğirtmesi, ama kum tanesi olmaktan da imtina etmemesi gibi bir şey.

İkincisi, kum tanelerinin rüzgârla bilinemeyeceği gibi hiçbir şeyin nedensellik zincirine bağlanamayacağı anlamına gelir. Öyle ki hiçbir zalim kralın davranışının Tanrı’ya bağlanamayacağı  sonucu da çıkar buradan. Zira HER ŞEY KENDİ İÇKİN NEDENİ İLE BİLİNEBİLİR. Ancak hiçbir mavi, mavi değildir; hiçbir mavi, mavi ile bilinmez. Mavi ancak beyaz, siyah, kırmızı, turuncu ile mavidir.

Şıblı                            : O zaman Tanrı ile bilenemez diyorsun. O zaman Allah’ın sıfatı olarak sebepliliği kabul ediyor musun?

Hallac                         : (Gülümser) Ey sebepler sebebi, ey daim var olan mutlak ! Böyle bir görüş bilgisizlere aittir. Belki de Allah sebepleri yaratmıştır, fakat kendisi bir sebep değildir. Eğer sebep olsaydı zincirin bir halkası olurdu. Zincirin halkalarını kendi boynumuza geçirerek köleleşen bizleriz. O köle değildir ve Allah’ın kulu olan kimse de köleliği kabul ve tasvip etmez. Eğer öyle olsaydı ; O şartlandırılmış olurdu, mutlak ve yetkin olmazdı.

Şıblı                : Bu çok cezri bir çıkış. Bu durumda Allahın ne cebri var şerleri de kendi iradesi ile buyurur, ne de tefvizi var onları başına buyruk bırakır.

Hallac             : Aynen öyle!

Şıblı                : Bir insan hem özgür hem de mecbur olur mu aynı anda?

Hallac                         : Mecbur olduğu kadar özgür, özgür olduğu kadar mecburdur. Onlar ne  özgürdürler  ne mecburdurlar. Hem özgürdürler, hem mecburdurlar.

Şıblı                : Yani!

Hallac                         : Yani, muhtardır. İster mecbur olup (Zalimin zulmünün de Allah’tan geldiğine inanıp) zulme boyun eğer, ister özgür olup hürriyeti seçerler.

Özgürlük insanoğlunun ekmek kadar, hava kadar, su kadar vazgeçemediği tek hasreti ve özlemidir. Bunun için her eline geçen fırsatta zalimlerin, tiranların, despotların şahdarımarın ilmik atmıştır ve atacaktır; usta kazaz ellerinde dokunmuş ibrişim iplik. FERDİN ALLAHIN GAZABINA VE İHSANINA MAZHAR OLMASI İÇİN ÖZGÜR OLMASI ŞARTTIR.

Şıblı                            : Ama tüm ordu, onların paralı askerlerinden oluşurken, insanlar nasıl özgür olacak ?

YENİ BİR GÜNEŞ DOĞARKEN ORDUYA İHTİYAÇ DUYAR MI HİÇ !

Dünyaya az meylet ki özgür olasın bu kadar basit.

(Bu arada kapı çalınır. Bir haberci gelir)

Şıblı                : Kim ola ki!

Hafif               : Bir bak hele

Şıblı                : (Gider) Kimdir o?

Haberci           : Benim ben

Şıblı                : Buyur.

Haberci           : Askerler evleri tek tek basıp, üstadın kitaplarını buldukları yerde yakıyorlar. Üç gün boyunca yağmaya da izin verilmiş. En başta yöneticiler, arkada çapulcu sürüsü fırsat-ı ganimet.

Üstadın kitaplarını bulana, bulduğu evi yağma izni için fetva bile verilmiş.

Hallac                         : Gel otur şöyle. Deveyi hamuduyla götürüyorlar, doymadılarmı daha.  Alışmış asalaklar, çalışmadan halkı soyuyorlar. Bunun içinde bir yolunu buluyorlar hep. Soygun amaç, kitap bahane.

İşte  bu gösteriyor ki, NEFSİNİ ZÜHD İLE ISLAH ETMEYEN YÖNETİCİ MUHAMMED ÜMMETİNİN GERÇEK DÜŞMANIDIR. Doğrudur da, saltanata yakın olmak için haremi hümayunda oda isteyen cariyeler misali ikbal avcısı ulemaya ne demeli. Gerçeği kısıtlar her türlü aracı.

Allah adına hüküm kuranların gerçeği katletmesi,

ne acı.

( Bir bildiri çıkarır minderinin altından. Al dostum ben bunun okunmasını istiyorum Bağdat sokaklarında. Haberci bildiriyi alır, çıkar. Sahne kararır. Büyük bir gürültü gelmektedir. Halk sabırsızdır. Haberci sahnenin önüne doğru gelir, sahne kararır ve haberci bildiriyi okur.)

Haberci           : Ey islam ümmeti; hayır ve şerr Allah’tandır diye sırça köşklerinde zevk ve sefa içinde yüzen, haremlerinde gününü gün eden iktidar sahipleri, güç ve servet hırsıyla bürünmüş meliklere bile biat edilebilir diyorlar. Olanların ve olacakların hepsi önceden yazılı Leffh-i Mahfuz’da demi demine diyorlar. Olmaması inkar anlamında Tanrı’yı, olacaksa yazılıdır ve ancak yazılanlar olur veya olanlar yazılmış olanlardır zaten diyorlar.

Ve diyorlar ki, başımıza gelen her feleket yazılı olanların Letfh-i Mahfuz’un yani kaderin kuvveden fiile geçmesidir.

Ben diyorum ki, mideleriyle rejime özgürlüğünü ve dinini bağlamış olanların yani âlim, fakih, ulemanın dinini iktidarın malzemesi haline getiren nazariye mucitliği son bulmadıkça selametiniz mümkün gözükmemektedir. Ulema saltanatı kullanayım derken, aslında saltanat vesayet altına almaktadır onları. Böylece bu haliyle kader faraziyesi kuvvete tapınma nazariyesine dönüşmektedir.

Mübah, her ne yolla gelirsen gel iktidara, icazet bizden. Payıma düşeni ver ortalıktan. Güçlü olan haklıdır ya, hak da güç.

 

Oysa hak hakikattır, gerçeğin özüdür. Özün özüdür o. Hakikatin özü hürriyettir : İnsanın insana kulluğunu, tabiyetin her türlü özgün biçimini küllen red ve inkar eder otoriteyi. Nerede nerede kaldı, ulemanın neredeyse emirler kadar var kölesi.

Nerede nerede, tüm dünya nimetlerinden müstağni, nefsin zerresini bilmeyen, karanlığın kahpe kollarından koparmak için insanları, Uhud’da bir an evvel ölmek vecdiyle zarfsız Ammar, Humam, Hamza. Bedir’de bileği kesilen Mus’ab ibn Um’eyr, Abdullah İbn Caşh, Human bin Melik ve daha niceleri. Saltanat zırhına bürünmüş tatlı can tellalları ve onların yardakçısı ilim ve takva, hadis ve fetva sahibleri sahabenin kemiklerini sızlatmaktadır.

    Ey islam ümmeti, bilesin ki, manevi otoriteyi dünyavi otoriteyi tâbi kılan bu hempalar, bu zorba epigonları, âlim geçinen ulema avanesi özgürlük istemedikçe ve vazgeçmedikçe dünya nimetlerinden ve reddetmedikçe yeryüzü cennetini, isyan etmedikçe zulme ve haksızlığa, islam kavmi hep alçaltılacaktır; köle olarak yaşamaya muhkum olacaktır. Ve siz özgürlüğünüz için savaşmadıkça, kişisel irşadınız oyuncak olacaktır bu din tellallarının elinde. Onların dükalığında zulmetle yaşayacaksınız hep ve hep vereceksiniz neniz varsa; malınız, mülkünüz, ümüdü blendinit, hayatınız, hayaliniz, bütün ferag-ı haliniz ve olanca şevk ü balinizi, yine de bir hayal olacak istikbal bu aracılar aracı olarak kaldıkça.

 

   Nasıl ki arastanın komisyoncuları bir dilim ekmeğin bedelini ağır ödetiyorsa size, bu aracılar da Tanrı’nın rahmetine ulaşmanızın bedelini ödetiyor size. Nasıl ki, su başlarını tutmuş bıyıklı süvariler susuz bırakıyorsa sizi, bunlar da Tanrı’ya olan susuzluğunuzu gidermenizi engelliyor. Kısıyorlar ilahi musluğu, hikmet-i ilahiyeyi satıyorlar size; yani emeğinizle, alın terinizle, göz nurunuzla, nafakasıyla çocuklarınızın sizi Tanrı’nın hikmetiyle nurlandırıyorlar. Kaldırın tüm aracıları toprağa tohum eken kimse rahmet onun ve tohumu eken ellerinizdir ilahi pınarı sonuna kadar açacak olan da. Bu suyu ben açarım diyenlere karşı da amansız bir savaş açın. İrfanınız, irşadınız, marifet ve hikmetiniz yani. Tanrı’ya ne kadar mazhar olacağınız velhasıl geleceğiniz ve hürriyetiniz kendi ellerinizdedir.

 

     Siz ki koyunun memesinden içip, bedenini aracısız doyuranlar, ruhunuzu doyurmak için size birisinin meme vermesini neden bekliyorsunuz. Yeryüzünün tüm nimetlerini kendiniz elde ediyorsunuz da; gökyüzününkini neden aracıyla hallediyorsunuz. Önünüze neden kendi isteğinizle engel koyuyorsunuz da kullardan şefahat umarak, kula kul oluyorsunuz. Kaldırın hücceti aradan, çıkın esenliğe. Bu kendi gücünüze ve imanınıza güvenmeniz demek. Öz benliğinizi kazanıp, var oluşunuzu temin etmeniz demektir.

 

    Ey islam ümmeti, kelimeyi şahadetiniz kadar alın terinize ve ekmeğinize sahip çıkınız aracılar karşısında, buna göz koyanlar karşısında. Nerede emeğinize göz konulmuş ise, nerede emeğinize zulum varsa, nerede köle çalıştırılıyor ise orada din sahteleşir. Buna izin vermeyin.

Delilin var mıdır derseniz ? Derim ki,

Delil aramayın özgürlük için, delil insanın kendisidir. İnsan bildiğini bilen ve bildiğinin bilincinde olan tek canlıdır. Ama idraki idrakten aciz olduğunu bilen de insandır. Öyleyse kimsenin mertebesi daha yüksek değildir.

 

   Bizim adımız insanlığın hizasına yazılmıştır. İsimleri birbirine bağlayarak bir mertebe kuranlar insan idraksiz farz edip, küllü nefsten atıyorlar. Üysa kün emriyle yaratılanların hepsi idrakle yaratılıp küllü nefisten olanlardır. Onlar kelime olup, lefh-i Mahfuza giren insanların kalemle yekünüdür. Kalem sadece Tanrı’nın elindedir.

 

     Şimdi kalemi alıp eline isimlerinizi alt alta yeniden yazacağım diyenler Tanrı’nın mutlak iradesine karşı irade koyanlardır. O’nun yetkisinin gaspıdır, hırsızlıktır güpegündüz.

 

     Hülasa dostlarım, idrak ve irşad kelimeyi tevhidden doğan her insana mahsus hakikat ül Mühammediyenin özüdür.

 

     Ama neylesin kader, her ağacın kurdu özünden olur ve bu kurt kemirip bitirecektir islam ümmetinin kaderini, böyle gördükçe kader nazariyesini.

Ve insanlar insan olarak yitip gidecektir

dikkat edin,

biraz idrak, biraz izan, biraz akıl, biraz insaf,

bir parça yürek ile dikkat edin,

gönül evinizin düzenbaz hırsızlarına.

(Sahne Kararır.)

 

 

 

 

 

PERDE : 2

SAHNE : 4

 

            (Habercinin bildiriyi okumasından sonra kalabalık bağırır)

Kalabalık        : Ya ölüsünü, ya dirisini görmek istiyoruz Hallac’ın.

Kalabalıktan biri : Biz dinlemek istiyoruz onu.

Diğer biri        : Yaşıyor mu?

Diğer biri        : Asmışlar ve sonra külünü nehre atmışlar diyorlar, doğru mu?

Haberci           : Sakin olun.

Diğer biri        : Kimse bir şey bilmiyor mu?

Diğer biri        : Gösterin bize onu.

(Bu arada bir naatçı sahneye fırlar ve balad okumaya başlar. Kalabalık tekrar eder)

Naatçı                         : Su, toprak, ırmak : Tek bir feryat,

ağaç, çalı, çırmık tek bir çağırış : Ene’l hak.

ıstıraba layık olmuş

tüm kainat

hepsi binlerce Mansur,

İstersen onu denize at.

Her yerde dostun sözü,

her yerde aşkın ruhu,

tüm ülke Mansurla dolu

hangisini dara çekesin,

yolumuz Mansur yolu.

Diğer biri        : (Bağırır) Tüm kitaplarını yaktılar, nereden okuyacağız şimdi.

Naatçı                         : Ne söylediysen bize,

and olsun ki Tanrı’ya

hepsini ambarlara koyacağız kışın

tohum yerine

Baharda ekeceğiz,

her yıl tarlalarda sözlerin olacak,

yeşeren.

 

 

 

 

Tohum olacak yeniden,

Bu topraklar üzerinde, yani yerle gök arasında

ellerimiz  tuttukça karasabanı,

alın terimizle ıslatıp toprağı

da yeşerteceğiz bize söylenen sözleri.

Onları bir kazaz ibrişimi gibi dokuyacağız

Saçımızdan (göğsümüzden) koparıp kılları,

sülüste örüp,  bir sır gibi saklayacağız Tasini,

Kadınlarımızın saçından dokuyacağız

Tavasini,

Aynı saçlardan duyacağız aşkın

sesini

          Senin bize söylediklerini

          rüzgârlarla birlikte savuracağız,

          nasıl karayel ile ayırırsak

          sapla samanı,

          ayıracağız tasini,

          ne çıkar ateşe versinler Tavasini

          Ve and olsun ki,

          senin sözlerin

          kavururken güneş çölleri

          aşkın serinleten şerbetini

          içmek için

          develerin dillerine yazacağız

          daha olmadı,

          dönüştürüp şiire,

          gözbebeklerimizde nakşedeceğiz

 

          Kararırsa yüreğin bir gün eğer,

          bir köylünün gözüne bak Hallac,

          gözbebeklerinde göreceğin,

          pırıltılı sevinçler

          senin aşkının öğretisidir meğer.

          Tam ortasına bak gözümüzün,

 

Kuran Fatiha’dan ibaret

Fatiha Fa’dan

senin sözlerin Fa’nın yanındaki

nokta gibi; siyah, mavi, yeşil

yüzbinlerce gözbebeklerimizin

ortasında parıldayan ak;

yani senin öğretin aşk

Ve and olsun ki,

Yokedeceğiz zulmü ismiyle

YAŞAYACAK ÖZGÜRLÜK

UMUT VE AŞK

Ve andolsun ki,

Yokedeceğiniz zulmü ismiyle

bizi yaşatan özgürlük, umut ve aşk

    (Son mısra söylenmeden önce, sesler kesilir. Hallac ile Eşkıya arasında şu konuşmalar geçer. Sonra son mısra söylenirken Hallac ve eşkıya sahnenin yarıkaranlık bölümünden geçerler? Eşkıyanın da zoru ila Hallac Hindistan yolculuğuna çıkar).

Hallac                         : (Uykuda sayıklamaktadır. Yaralarının acısıyla yarı inleme,  sayıklama arası sesler çıkar)

Sen daha nefsten geçmemişsin

Henüz darağacına çıkmamışsın

ölmeden evvel ölmemişsin

sana nasıl aşık densin

sen nasıl Ene’l Hak dersin

Eşkıya             : (Adamlarıyla bir kez daha Hallac’ın gırtlağına dayarlar palalarını)

Uyan ahbap, uyan.

Hallac             : Hıı, hoş gelip sefalar getirdiniz dostlar,

dualarım kabul oldu demek.

Eşkıya             : Bizi azrail sandın galiba

Hallac             : Yine mi sen, ne gerek azraile.

Eşkıya             : Çabuk ol, seni götüreceğim buradan. Al testini, meşaleni, akrebini, Çabuk ol, çabuk.

Hallac             : Ben gitmek istemiyorum, hem görüyorsun ki yaralıyım.

Eşkıya             : Daha iyi ya, acı çekmek yaraşır aşığa. Hani dertlere, acılara sevinip, rahmet, nimet ve lütufa üzülürdün ya.

Çetin bir yolculuk var. Tüm yaraların bolca sızlar. Ölmeden evvel ölmekmi ne diyordun. İşte bu bir fırsat.

Hallac             : Beni rahat bırak. Tanrı aşkına!

Eşkıya       : Aşık olan sensin. Bak saklandığın yeri öğrendiler, biliyorlar. Seni bu gece çıkarmam lazım gizlice. Eminim seni lime lime edip köpekler atarlar.

Hallac                         : (Çaresiz) Ölümden korktuğumu sanma. Benim gönlüm cismin ve canım sırrına vakıftır. Ölüm  benim için acıdır zannetme, gözümde bir cihan kaybolmuşsa ne çıkar daha gönlümde yüzlerce cihan var.

Eşkıya da hayatın sırrına vakıftır. Ben senin ölümünden korkmuyorum, ölümüm benim için de acıdır zannetme. Ama ahbap, bir âlim köpeklere yem olursa uluorta, korkarım ki, hiçbir müslümanı mahşer gününe çağırmazlar. Bu kötülüğü yapamam onlara.

Hem senin başına gelenlere ben sebebim. Sorumlu hissediyorum kendimi.

Hallac             : Niye ki?

Eşkıya             : Âlim, bilge herneyse cesaretli olmalı dedik ya,

ben vur dedim sen öldürdün,

Ama yaralar yakışmış sana, tüm güzelliğinle kendi üzerindesin Hallac el Mansur.

Hallac             : Mansur el Hallac olacaktı galiba.

Eşkıya             : Sorun değil.

Bak hayatta sorun diye bir şey yok, neyin kendisini sorun yaparsan o sorundur. İsmin ne önemi var, cismin önemi yoksa.

Hallac                         : Ne diyeyim! Ceylanın aslanın duygularına hitap etme veya mazeret ileri sürme şansı yoktur. Sen ne bilgili eşkıyasın öyle.

Eşkıya             : Ben yaşamdan öğreniyorum.

Yaşam başlı başına mutluluktur Hallac.

Hep mutluluk isteriz, ama sadece kurnazlıkla yaşayabiliriz.

Apansız tuzaklardaki dünya kalleşlerce zekice planlanır.

Sen nasıl safça kendini ateşin ortasına atabilirsin.

Hayretlerle karışık bir ilmihal yazmalıyım sana,

yolun yok götürüyorum seni buradan.

Laplik gibi ezilmeni görmeye dayanamam.

Hallac             : Nereye gideceğiz ?

Eşkıya             : Tustar’dan doğuya giden kervanlarla aşağı Sind’e, Hindistan’a götüreceğim seni. Bir süre orada kalır, ortalık sakinleşince dönmezsin.

Hallac             : Euzibillahimine şeytanı racim...

sen nereden biliyorsun Hindistan’ı.

Eşkıya             : Eşkiyanın ayak basmadığı bir karış toprak parçası yoktur yeryüzünde. Sen kendi dünyanın içinde yaşıyorsun dostum, ben bu dünyada yaşıyorum ve biliyorum.

(Hallac ve eşkıya sahnenin az aydınlanmış bölümünden silüet halinde geçerler, bu arada naatçı baladın son kısmını okumaktadır, duyulur)

Ve and olsun ki

yokedeceğiz zulmü ismiyle

yaşayacak özgürlük, umut ve aşk

(Hallac, yeltenir kalabalığa doğru, eşkıya engel olur)

Eşkıya             : Aptallık etme.

Hallac             : Onlardan ayıramam kendimi.

Eşkıya             : Binlerce insan var, binlercesi de olacak. Ama bir tane Hallac var, seslenecek tarihe derinliklerden.

Kendinin  öneminin farkında değilsin sen. Kücümseme kendini, önem ver kendine. Belki insanoğlu onbinlerce yıl yaşayacak ve zulmün kahrına karşı umut olacak sözlerin. Bugün bu kalabalıkla zevahiri kurtarmadan daha basit ne var.

Hallac                         : (Çaresiz) Bırak gideyim ne olur. Tarih şöyle olacak, böyle olacak diye özgürlük ve aşk yolunu gösterenler, o yolda koşanların arkasından bakamazlar.

Eşkıya             : (Dayar palasını gırtlağına)

Her cesaretli âlimi demek ki bir eşkıya korumalı.

                       (Çıkarlar, sahne kararır)

 

 

 

 

 

PERDE  : 2

SAHNE : 5

 

(Hallac Hindistan’da Hac’da tanıştığı bir dostunun evine gider. Yorgun olduğu için bir gece dinlenir. Sabahleyin)

Ev Sahibi        : Umut ederim dinlendiniz. Yolculuk nasıl geçti, dün yorgundunuz      

                       soramadım.

Hallac                         : Biz zaten yolcuyuz bu dünyada. Ve dünya ile benim aramdaki ilişki zaten bir yolculuk hali. Yolcunun alacağı yol iki adımdan fazla değil ki; bir adımda zahiri varlıktan geçmek, öbür adımda gerçeğe erişmek. Bir adımda dünyadan, bir adımda ahiretten geçersin : iki adım sonra vuslat.

Ev Sahibi        : Beğendiniz mi Hindistan’ı ? İndüs vadisine girince yeryüzü cennetine benzer bir nevi.

Hallac                         : Dikkat edin bu ülkeye! Hangi gasıp girince kapılıp büyüsüne, hiç neden yokken bile çıkmaz buradan. Yalnız orman yangınları ve avlanma fil ölüleri dolu ortalık, neden bu acaba?

Ev Sahibi        : Sormayın tarla açmak ve fildişi için yapıyorlar.

Hallac                         : Evren Tanrı’nın isim ve sıfatlarından, insan ise suretindendir. Öldürülen her insan onun bir parçasını alıp götürdüğü gibi, bilesiniz ki tabiat da tıpkı insan gibi rabbini bilendir ve kesilen her ağaç, avlanan her hayvan da onun isimlerini budar. Ve doğa tükendiğinde Tanrı’nın isim ve sıfatları da tükenecektir; kirletildiğinde kirlenecektir. Ve sonuçta tüketildiği ve kirletildiği oranda elini çekecektir Tanrı. Terk edecektir. Temiz kalmak için.

HEPİMİZ TERK EDİLİYORUZ YAVAŞ YAVAŞ HİSSEDİYORUM BUNU!

Ev Sahibi        : Sana şükran borçluyum ya Hallac. Hacda seni dinledikten sonra toprağa, suya, kelebeğe, insana bakışım değişti. Başka bir gözle görmeye başladım dünyayı. Dünya mucizevi güzelliklerle doluymuş da görmek marifet. Kaldırdın gözümden perdeyi. Renkleri ve tenleri, tüm farklarını alemin algılamaya başladım. Senin bir nazariyeni öğrenmesem dirisi beş para etmez ölüsüne kuvvet yetmez misali yaşayıp gidecektim şekil içinde.

Hallac                         : Hem farklılıklardan hem “Bir” den bahsettin. Benim derdim de bu. Her şey “Bir” den sudur etmiş, ama çokluk ve çoğulluk hakim dünyada. Burada bir ikilem var gibi ama değil.

Her çok aslında bir’dir ve bir çoğulluğun birliği olduğu için birdir. Bir’den çok’un çoktan bir’in mürekkep murtabit olması, birin mücerred olmasından dolayı değil, çoğul ile ilişkisinden dolayıdır.

(Bir kitap çıkarır; Plotinus’un Enneadlar’ıdır bu)

Bak ne yazar bilge hakim Plotinus Enneadlarında

“Bir her şeydir ve kendi dışındaki şeylerin hiçbiri değildir; fakat her şeydir. Çünkü her şey sanki ona döner bütün nesneler, bu çokluk alemi basit olan, kendi özdeşliği içinde hiçbir çeşitlilik taşımayan Bir’den nasıl türer? Onda hiçbir şey olmadığı için; bizzat varlık değildir; fakat varlığın türeticisidir. Hiçbir şeye sahip olmadığı için yetkindir; yetkin olduğu için bolluk ondan gelir.

Ev Sahibi        : (Dışarıdan sesler gelir) Size söylemeyi unuttum siz uyuduktan sonra bir Hristiyan ve bir de Zerdüşt din adamı geldi. Misafir kalacaklar bizde.

(Kapıya yönelir.)

Günaydın, nasıl geçirdiniz geceyi?

Papaz              : Günaydın. Çok rahat, her şey fevkalâde idi.

(Zerdüşt’e döner) Yalnız biraz horlamam var dostum, farkında mısınız?

Zerdüşt           : Günaydın, (Gülümser) Ben bir şey duymadım, yalan yere tanıklık etmeyelim.

Ev Sahibi        : Günaydın, Tanıştırayım, dostum el Hallac, Bağdat’tan beri geliyor.

Hallac                         : Buyurun dostlar, kusura bakmayın henüz yaralarım tam iyileşmedi, yerimden kalkıp selamlayamıyorum sizleri.

Zerdüşt           : Zararı yok, selamın başımız üstüne.

Ev Sahibi        : Bir şeyler hazırlatayım da kahvaltı yapalım dostlar. Taze süt, yumurta, peynir, bal var. Hepsi kendi ürünlerimiz (Çıkar ve hemen hazır bir tepsiyle döner, bağdaş kurup otururlar. Hallac’ın oturuşu bir dizi dik diğeri  yerde, Anadolu’da peygamber oturuşu denilen oturuştur).

Papaz              : Hayırdır, sesinizi duydum bir yol. Ne üzerine konuşuyordunuz.

Ev Sahibi        : Üstad bir, birlik, tevhid konusunda aydınlattı beni.

Papaz              : İnsanlığın çözemediği ve kolay kolay da çözemeyeceği şey birin sırrıdır.

Ev Sahibi        : (Minderinin altından bir tomar kağıt çıkarır) İzin verirmisin ya Hallac.

Hallac             : İzin yok senle ben arasında, her şey teklifsiz tarifsizlik içinde.

Ev Sahibi        : Hacda iken üstadın elime geçen bir ile ilgili bir metnini okumama izin verin !

Bir ancak kendinde var olan ve ondan başkasının olmadığı vücud-u mutlaktır.

Bir O’dur, O bir’dir.

O’nun batanı, O’nun doğanıdır.

O’nun üstü yok, alt yok O’nun için

Yollar sedlerle çevrili geçit yok ona,

Mânâlar ölü, delil yok ona,

İdrak yok, duyulur erişmez ona,

Sahibi tektir onun.

 

O’na koşanın soluğu kesilir,

Tuttuğu ipler kendi erbabıdır.

Sanki o; sanki O; sanki o

Sanki o; O’dur

Temelleri O’nun içindedir.

O’nunla ayaktadır.

O, o değildir ve o da O değildir.

o yalnız O dur

Papaz                          : Bütün varlığın birliği, onda birdir. Her şey bu nedenle O’nun tecessüdü, tezahürü ile içselleşip, somutlaşmasıdır. O’nun yalnız O olması bu anlama gelmez mi ya Hallac .

Hallac                         : Bu tecessüd fikriyatı, O’nun doğa evren ve insan şeklinde somutlaşmasıdır. Baba, oğul ve kutsal ruhun birliği bu mânâda düşünülür ve o Vahdet-i vücut olur.

Oysa, asıl olan tecellidir. Burada O’nun somutlaşması değil, görüntü olarak vahdet alemi vardır. Bu nedenle Tanrı ile İsa’nın aynı bedende iki ayrı doğa, veya iki ayrı doğa mı olduğu üzerine yürütülen ekümenlik tartışmaları hep kıyım ile sonuçlandı. Tanrı üçün biri değildir.

Papaz                          : Var olanın, vahdet aleminin fena olması yolundaki düşünceleri okumuştum. Bu da aynı bedende erime, yok olma anlamına gelmez mi?

Hallac                         : Doğrudur, gelir de,  fena yani bir varlığın diğeri içinde erimesi, yok olması da tecessüdün bir tezahürüdür. Benim dediğim varlığın yokluğuna dayanır. Başka bir varlığın,  sonradan yok olması, fena olması biri ikiler. Oysa, sorun bir olanın tek olduğunun, yani varlık aleminin yokluğunun, hiçliğinin bilinmesidir. Var olanın hiçlenmesi değil, zaten var olmayanın, var olmadığının anlaşılmasıdır sorun. Varlık aleminin bir görüntüden ibaret olduğunun anlaşılmasıdır.

Var olmayanın olmadığının kavranması birin tek olduğunu simgeler.

Papaz              : Bu  tecessüd ile, tecelli arasındaki farkı iyice açıklar mısın?

Hallac                         : Tecelli mutlak nurun ışıması, mukayyed nurun insanı özle buluşmasıdır. Burada. Burada bir hasret vardır. Bu hasretten aşk doğar. Aşık için madde kalmaz. Ben, sen, o kalmaz. Kaybolur bütün kelimeler, farklar var olur, ama fark kalmaz arada. Tecessüdden sadece madde, veya doğa veya vücud doğar.

Bu nedenle ben derim ki, İsa ümmeti hep madde, Muhammed ümmeti mânâ temelinde yürüyecektir. Siz hep göreceksiniz, biz hep duyacağız. Zaten Hikmeti ilahiye İsa’ya gösterildi, Muhammed’e ise okundu. Görenler duymayacaklardır,

Duyanlar ise görmeyeceklerdir,

Görenler bakacaklar, ama görmeyeceklerdir,

duyanlar işitecek, ama duymayacaklardır

görenlerin kulakları sağır

duyanların gözleri kör,

körlerle sağırların,

maddeyle mânânın

fizikle ruhun rabıtası

körlerle sağırların diyaloğu gibi kalacaktır

Madde mânâya

Fizik ruha

Galebe  çalacak bir gün

bir gün,  bir gün, bir gün o,

red ve inkar konacaktır.

Papaz                          : Peki, çokluk alemi, insanın ayrı bir beni olması ile bir ve tek olmayı nasıl izah ederiz ? Her şey bir olan O’ndan türememişse.

Hallac             : Şu üç tevhidi birbirinden ayırmak gerekir.

Tanrı’nın birliği,

Varlığın birliği,

Varlığın yokluğu ve birin tekliği

Birincisi fıkıh ve kelamcıların işi. O’nun karşısına kesret alemini koyarlar. O her şeyi yaratmıştır. O tüm yaratılmışlardan müstağni,y ayrı ve gayrıdır. Burada varlık haşredilmiştir. Bir hüküm ve tasarrufu altında bir başka ikinin, varlık aleminin varlığı kabul edilmiştir. Biri ikileyen bir tutum bu. İkincisi, varlığın Ondan sudur edip somutlaşmasıdır. O’nun ile varlığın birliğidir. O’nun varlığın birliğini oluşturmasıdır.

Üçüncüsü O’nun birlenmesi için varlığın, vücudun var olmadığının bilinmesine dayanır.

Zerdüşt           : Ben de aynı şekilde itiraz ediyorum : Eğer vahdaniyet nurundan basit bir cevher olan Faal Akıl, Bir’den tekrarla ikiyi yaratmış olmasaydı, çokluğun, dolayısı ile Bir’in ve bizim ayrı ayrı benliklerimizin izahı olamazdı.

Hallac             : Tanrı üçün biri olmadığı gibi ikinin biri de değildir. O birin biridir.

Bakın dilim döndüğünce anlatayım.

Hakikat, varlık suretinden bir surete bürününce, söz arasında sen ona ben dersin.

Ben ve sen asıl varlığın arızı suretleriyiz. Varlık kandiliğinin kafesleri mesabesindeyiz.

Cisimleri, ruhları bir nur bil, o nur kah aynada görünür, kah kandilden,

Sen ben dedikçe bu ruha işarettir dersin,

Böylece aklını kılavuz edip, bir cüz olan ruha kapılıp kendini bilemezsin

Oysa benim ve senin hakikatı candan da üstündür tenden de... bu ikisi de gerçek birin benini cüzleridir.

Ben sözü yalnız insanlara özgü değildir ki, ruha işaret etsin

Bir yol varlığından kurtul, imkan aleminden de. Alemi bırak da kendine bir alem ol.

He görüş zamanı iki göz şekline girer de, birden iki görünür.

Fakat He Allah’a katıldı mı, ne yol kalır, ne yolcu.

Varlık cennet olur, imkan cehennem kesilir,

Benle sen de arada berzah haline gelir.

Önündeki şu perde kalktı mı ne mezhebin hükmü kalır, ne dinin!

Bütün şeriat hükümleri senle bende doğar.

Arada benle sen kalmayınca,

Kâbe nedir, havra nedir, kilise ne.

Bu görüş yerinde toplulukla ayrılık aynı şey.

Çünkü  tek sayı bütün sayılara yayılmış, bütün sayıları meydana getiren o.

Sen birliğin ta kendisi olan topluluksun... Sen çokluk halinde zuhur eden birisin. Cûzi alemden geçip külli aleme, yani cûzi benden kulli bene varan kişi bu sırrı bilir.

Zerdüşt           : Yine de pratik olarak derim ki, çokluk ve ayrılık kabul edilmeyince, bir tek Bir’e uydurmak için insanları çok kan dökülebilir dinler, mezhepler arasında.

Hallac                         : Bütün dinler ve şeriat senle benden doğar. Ben diyorum ki senle beni kaldıralım.

Zerdüşt           : Doğrudur belki ama senin bu düşüncen bence anlaşılmadan bir sır olarak kalacaktır. Çünkü pratik değil.

Hallac             : Öyleyse yine çok kan dökülecektir. Bütün mesele sırrın sırrını bilmede.

Papaz                          : “Bir” i çözmedikçe insanoğlunun nihai kurtuluşu olmayacaktır bence de. Bunun için insanoğlunun yüzü hep Hallac sana dönük kalacaktır.

Hallac                         : Benim tek istediğim nefret ve intikamın olmadığı bir ülkede yaşamak. Tek başıma, herkesle beraber.

Papaz              : Böyle bir ülke var mı?

Hallac             : Bu ülke belki yoktur, ama olacak. Birin sırrının çözüldüğü bir dünya olacak!

Zerdüşt           : Bizde bildiğiniz gibi Ehrimen var, kötülük Tanrı’sı ve Hürmüz var, İyilik Tanrı’sı Şerr Ehrimenden, hayır Hürmüzden gelir. Ben Kuran’ı okudum. Mücadele ayeti 10. Surede, “Tanrı’nın izni olmadan şeytan hiçbir kötülük veremez” yazmaktadır. Tanrı’yı birleyince iyilik kadar, kendi izni olmadan bir fiilde bulamayan şeytanın şerrinden de Tanrı sorumlu olmaz mı?

Tanrı’nın iradesine, hüküm ve tasarrufuna uymayabiliyorsa şeytan, Ehrimen’in

Hürmüz karşısındaki bağımsızlığına kavuşmaz mı?

Bu takdirde de onun kendi birinden izharla ikiyi doğurduğu sonucu çıkmaz mı?

Tanrı’nın yani Hürmüz’ün temiz kalması için bu gerekli değil midir ?

Hallac                         : Sana şunu söyleyim ki, tevhidi şeytandan öğrenmeyen kâfirdir. Biz aşıklar, tüm  kötülükleri üstleniyoruz, şerri gönüllü yükleniyoruz. İşte aşk buradan gelir, maşuğun saflığının korunması için, tüm musibetleri severek üstlenendir aşık.

Şeytan aşıkların sultanıdır ve velilerin en büyüğüdür bu anlamda. Çünkü o da üstlenmiştir; şerri, haramı, gafleti, fitneyi. Hem de gönüllü. Rahmeti, nimeti, lütfu, hayrı takvayı yanı tüm cemali Tanrı’da bırakır böylece.

Zerdüşt           : Pek aklım yatmadı ya Hallac

Aşıkların kalmadığı bir dünyada ne olacak

Aşıklar dünya durdukça şeytanı tek başına bu yük altında ezilmesi için yalnız bırakmayacaklardır.

Öyleyse “aşktan mest olanlarla birlikte sen de divane ol! Özü kavra, sırra er ki, dağlar tepeler arasında uçabilesin. Kavrayış dağlarına selam ola.

Zerdüşt           : Sen şeytanı seviyor musun ya Hallac?

Hallac             : Hayır.

Zerdüşt           : Ondan nefret ediyor musun?

Hallac             : Hayır.

Zerdüşt           : Nasıl olur her şeye hayır diyorsun.

Hallac                         : O’nun aşkı ne şeytandan nefret etmeye, ne de onu görmeye yer bırakmadı içimde. İşte gerçek aşık gönül bağında nefret ve intikama yer bırakmayan kişidir. Ben nefret ve intikamın olmadığı bir dünyada yaşamak istiyorum dediğim zaman anlatmak istediğim budur.

Oysa hem inanmış Hristiyanları, Musevilerin ve Müslümanların gönlünde o kadar bol yer var ki, hem birbiriyle hem de kendi içlerinde kendilerine karşı nefret ve intikam duyguları taşıyorlar.

Tekrar ediyorum şeriat senin ve benim canım ve tenim içindir; can ve tenden tecrit olan aşığa şeriat ne içindir. Yer varmı ki ışığın gönlünde şeriata, nizama, şeriat nizamı için savaşa, nefrete, ihanete, intikama.

Zerdüşt           : Şeytan neden aşıkların sultanı ve tevhidin piri oluyor ?

Hallac                         : Tanrı ademi yaratınca, şeytana ona secde etmesini emreyledi. Şeytan, Tanrı’ya olan aşkı yüzünden emri reddeyledi ve dedi : Senden başkasına secde edersem eğer senin birliğini ikilemiş olurum. Benim tevhid anlayışıma sığmaz bu.

Hak sordu : Secde etmiyor musun ey alçak?

Cevap verdi: Ben aşıkım, aşık her zaman alçak, bak sen de diyorsun alçak. Oysa okudum ki Kitab-ı Mubinde “benim aleyhime iş yapılamaz” diyorsun. Dileseydin demek Adem’e secde etmemi, ey zorlu kuvvetin sahibi, şüphesiz olurdum ona tâbi.

Demem o ki, şeytan en hakiki aşıktır. Suçu aşkının eseridir. Bu yüzden ayrılığa düşmüş aşıkların yüz akıdır. Şu sözler onundur: O’nun hakikatı üzerine yemin olsun ki, ne tedbirde hata ettim ne de takdiri reddettim. Bana ebedler boyu ateşte azap etse de, O’ndan gayrısına eğilmem. Ne bir kişi önünde secde ederim ne bir ceset huzurunda diz çökerim. Ne oğul tanırım, ne Adem, ne karşıt; davam sadıklar davasıdır.

Sevgi konusunda gerçek bağlılardanım ben.

Gökteki meleklere güzellikleri gösterdim,

Şeyler kendi zıddıyla bilinir,

Zarif ipek kumaşlar, simsiyah kıllar arasından dokunur,

Çirkini tanımayan güzeli hiç tanıyamaz,

En bağlı olduğumdan tanınsın diye güzellik,

Çirkini tanıma görevi bana verildi

Ne geldiyse başıma sıdkım yüzündedir.

Bu yüzden ateşle tehdit edildiği halde şeytan davasından dönmedi ve asla bir aracı kabul etmedi.

Zira her türlü aracı,

Hikmet-i ilahiye gerçeğini kısıtlar

Adem olsa bile önünde secde,

Zat-ı ilahiyenin birliğini ikiler.

Çok yoruldunuz erenler, isterseniz son verelim.

Bakın neredeyse gün boyunca konuştunuz. İsterseniz biraz çıkıp bahçede gezinelim.

Doğru ya.

Benim bir önerim var. Beraberce gezelim Hindistan’ı. Ben size yol gösteririm. Göreceksiniz ki, sadece burada kimse farklı fikirlerinden dolayı kâfir ilan edilip, taşlanmıyor.

Hay hay.

(Sahne kararır, çıkarlar.)

 

 

 

 

 

Perde :2

Sahne:6

 

(Hallac Sind’i, Gucerat’ı, aşağı indüs vadisini, Turfan’ı, Azerbaycan’ı, iç Asya’nın bir bölümünü gezmiştir. Horasan’a gelir. Orada bir Şii’nin evinin misafir olur.)

Ev Sahibi        : Hoş geldin ya Hallac! Duyduk ki, çok diyarlar gezmişsin. Her taraftan gelen haberciler senin övgülerini taşıyor.

Hallac                         : Ne demeli bilmem ki, ben ise Zat’ı haberlerini taşıdım oralara. Demek ki nakil ancak nakledeni bağlar. Ben kimseden göz dilenmeden hakikatı kendi gözleriyle söylerim, onlar beni överler.

Ev Sahibi        : Ya Hallac! Sana kötü bir haberim var. Sen mehdinin naibi olduğunu beyan etmişsin. Bu nedenle Osman bin Said seni telin eden bir mektup yayınladı.

Hallac             : Bu bir felaket, görüyorum sonu ben.

Ev Sahibi        : Nedir bu işin aslı, senin aklı ve mantığı da reddettiğin gerekçesiyle sünni âlimler de kıyamet bildirgesi gibi bir metin yayınladı.

Seni sevenler kadar, sevmeyenler de çoğaldı. Ne olacak böyle ey Hallac.

Hallac                         : Beni sevmeyenler tevhide önem verdikleri için sevmiyorlar. Övenler benim tevhide verdiğim önemden dolayı övüyorlar. Yerenler övenlerden daha övünce layıktır.

Ev Sahibi        : Peki sen hiç naiplik iddiasında bulundun mu?

Hallac                         : Bak dostum, ben velayeti, hücceti yani Tanrı ile insan arasındaki bir aracı ve bir rehberi küllen reddederim. Neden bir rehber, imam ve velayet iddiasında bulunayım. Şia düşüncesi imamet ve velayet esasına dayanır. Buna hüccet diyorlar. Ben sade bir insanım, insan.

Bu Horasan ki, mutfağında bütün düşünceler pişmektedir. Ve tüm kavimler bu mutfaktan beslenerek geçip gitmektedirler. Yanlış bir kanı uyansın istemem. Gelecekte kavimlerin kaderlerini önemli ölçüde hüccet meselesindeki tavırları

Bu Horasan ki, mutfağında bütün düşünceler pişmektedir. Ve tüm kavimler bu mutfaktan beslenerek geçip gitmektedirler. Yanlış bir kanı uyansın istemem. Gelecekte kavimlerin kaderlerini önemli ölçüde hüccet meselesindeki tavırları belirleyecektir. Tasavvufun Şiadan esas farkı, Zat ile kul arasındaki bir hüccet, bir rehber, bir kutb fikriyatını kabul etmemesidir.

Bu insanın benlik meselesiyle yakından ilgili olup, ileride kavimlerin olgunluk derecesini belirleyecektir. Bu nedenle söylüyorum ki, açıkça reddederim ben bu iddiayı.

Ev Sahibi        : Hz. Muhammed, Tanrı’nın nurundan yaratılmıştır. Bu açıkça Fatima’nın boynundaki zümrüt levhada yazar. İlahi hakikatın ancak bu nur aracılığı ile bize ulaştığı doğru değil mi? Ehli Beyt ve Şia Muhammed’in nurundan yaratılmıştır. Bu da aynı levhada yazar. Vahyin kesilmesinden sonra ilahi hakikat bu nuru taşıyan Ehli Beyt imamlar aracılığı ile bize ulaşmaktadır. Değilse tamamen karanlıkta kalmaş olmaz mıyız? İlahi irfan öğretisini red mi ediyorsun sen Hallac? O zaman salt imancılar gibi her şeyin bilinemez olduğunu söylemiş olmuyor musun?

İlahi gerçeklerin bilgisinin akışı, bu pınarın akıp akmadığı esas mesele değil midir? Bunun Hz. Muhammed’in ölmesiyle, yani vahyin kesilmesiyle kesildiğini söyleyenler gibi , ıssız çöllerde susuz kaldığımızı, gördüğümüzün bir serap olduğunu mu söylüyorsun ya Hallac?

Hallac                         : Bunu söylüyorsam zaten naiplik iddiasında bulunmam imkansızdır. Ben de aynı şeyi söylüyorum, mutlak ilahi hakikatın bilgisi bilinebilir, ama bir aracı, hüccet, imamet olmadan.

Allah ancak Allah ile bilinebilir ve her türlü aracı hataya sürükler. Her kim kendisine O’ndan başka bir rehber edinirse hayret vadisinde başıboş kalacaktır. O Allah’ı, Allah da onu terk etmiştir.

Şunu hiç unutma;

ALLAHA GİDEN YOL İNSANLARIN SAYISI KADARDIR.

Her insanın şahsi manevi irşadı mümkündür, mümkün hatta tek yoldur.

Ev Sahibi        : Peki Hz. Muhammed’in Allah’ın nuruyla nurlandığı, Ehli beyt’in de  Muhammedin nuruyla nurlandığı yanlış mı ?

Hallac                         : Zat’ı ilahiyenin gerçeği sadece insana ait değildir ki, O’nu insanla bilesin. Tüm mahlukatın  hakikati tenden de üstün, candan da. Senden de üstün benden  de. O’nun küllü beninin bir cüzi olan varlık alemine ne demeli o zaman. İşte açıktır ki, Şii irfanı nübüvvet ve velayet dayanır. Tasavvufun irfanı ise tevhide dayanır. Tasavvuf ile şiilik arasındaki münasebet tevhid ile nübüvvetin cedelidir (diyalektiğidir).

Ev Sahibi        : Kişisel manevi irşadın usuli ne, aracı ne? 

Hallac                         : İki sınıf var müslüman alemde. Birinci sınıf Zat’a giden yolda, O’nunla arasında aracılık edecek şefahat sahibi bir lider, bir rehber arayanlardır. Bunlar nebilerin bile aracı olamayacağını görmezler.

Bu konuda “Onları hidayete eriştirmek sana düşmez, sen yalnız irşad etmekle yükümlüsün” ya Muhammed (Bakara, 273) ve “sen sevdiklerini hidayete nail edemezsin” (Kasas 56) ayetlerinin hatırlatılmasına gerek yoktur.

 İkinci sınıf ise; kalplerinden mahluka ait bütün düşünceleri çıkardıkları ve yalnız O’nun ile meşgul oldukları için doğru yolu izlemek istediklerinde Zat’ın aşk bezminin kokusundan başka hiçbir mahlukun izini aramayanlardır. Hasan-ı Basri, Veysel Karani, Selman-ı Farisi, Raiat’ül Kaysiye bu ikinci sınıfa dahildir.

 Yolu budur. Bir kişinin diğerinden şefahat ummasını tevhidde ikilik sayarım ben.

Ev Sahibi        : Ha unuttum Şıbli’den sana bir mektup ulaştı. Dur vereyim. Bir de İbn Humam seninle görüşmek istiyordu. Yakın dostumdur ve rabıtamızı biliyor.

Hallac             : Bir haber gönder biz konuşmaya devam ederken.

Ev Sahibi        : (Bağırır) Abdullah şuradan bir soluk İbn Humam’a bir haber ver. Biz Türkler de Horasan’da zor durumdayız esasında.

Hallac             : Neden ?

Ev Sahibi        : Tasavvufa büyük bir yönelim var. Ama biliyorsun ki, halifenin muhafız ordusunun yarısından fazlası Türk. Ordu komutanları da öyle. Onlar da halife ile birlikte kelam ve fıkıh dayatıyorlar. Şimdiden çok göç var bu yüzden. Asyanın geniş topraklarında özgürce, karışanı olmadan yaşamaya alışmış olanlar hiçbir tazyik ve baskıya tahammül edemiyor. Diyorlar ki şimdiden Sivas, Malatya, Amasya, Erzincan illerinin çoğu türk göçerleriyle dolmuş.

Hallac                         : Asıl özgürlük. Hiçbir otoriteye teslim olmadan yaşaması insanın. Zaten en fazla Türk illerinde  rağbet gördü benim düşüncem. Anadolu’ya geçmek istiyorum.

Özgürlük köklerini Asya bozkırından alıp, yaprakları Anadolu’da yeşeren bir çınardır. Bu çınar kurutulamaz susuz bırakılmakla.

Ev Sahibi        : (Nech-ül Belaga’yı açar okur)

İmam Ali’nin şu sözleri zaten manevi irşadın kişisel olduğunu, insanın bu hususta kendisine güvenmesi gerektiğini anlatıyor sanırım. Bunun üzerine ben de düşündüm, ya Hallac sen bir yorumla.

Hallac             : Oku bakayım.

Ev Sahibi        : “Sana senin için gerekli olan her şey senin  dışında, başkalarında, başka yer ve vadilerde değil, yine sendedir. Fakat sen bunu yeterince bilmiyorsun ve derdinin içinde gizlenen devayı da bulamıyorsun. Sen her harfi özel bir sır ve her satırı bir yer açan, açık bir kitapsın.  Kendi kitabını okumayı biliyorsun. Sen kendini küçük zannetme, en büyük alem sensin ve kainat sende dürülüdür. Senin, seni aşan ve dışına taşan zahiri ve harici hiçbir şeye ihtiyacın yoktur.  Senin için gerekli olan her türlü bilgi, bulgu, bilim ile ilgili fikir sende dürülüdür. Sen onu yeterince açığa çıkarıp değerlendirmiyorsun da, başkalarından medet umuyorsun.”

Hallac             : Dinle dostum. Dinle bir kere ne anlama gelir.

Denir ki ümmete;

Ey başaşağı çamura düşmüş,

ey ayağı balçığa batıp kalmış adam,

Sana gönül aleminden ne söyleyeyim ben,

alem sensin de, aciz kalmışsın.

Elinle yaptığın sarayda mahkum kalmışsın,

Gönül konağına zebaniler mukim kılmışsın,

acz eliyle ayağına pranga vurmuşsun.

      Hakkın gerçekleri herkese

      açık eşit derecede,

      O’nun kovanına işleyen her arı,

      alır mutlak payına düşen balı.

Ey benliğini yitirmiş,

Yalnız kalmış, kimsesiz.

Yorgun, bitkin düşmüş,

Ey sefil köle;

Derya içine dalmış da

Bir damla gibi

Zifri karanlık gecede

Korkunç çaresizlik içinde kalmış da,

Vurulmuş gibi,

Issız çölde kaybolmuş gibi,

Bir hal tercümesimi istiyorsun.

Hal de sensin tercüme de,

Âlim sensin, ilim sende,

Arif sensin, irfan sende,

Mürşid sensin, marifet sende,

Sendedir ümmüd-i bülendi Zat’ın

Kurtaracak elinden her türlü bid’atın

 

Ey kutluluk ısısı kul,

Kudret, ilim, irade

Zuhur eder sende,

Sen hala kendi hakikatinden

Şüphe mi edersin.

 

Ey taklit eden iflah olmaz gafil,

Mukalitin imanı olmaz sahih,

Bağlı isen bir rehbere, kutba,

Yitik olan benliğin din

Otoriteye karşı koymazsan benliğini,

İmanın bulmaz esenliğini.

 

Korkma, sönen şafaklardır sadece,

Güven benliğine,

Reddet zincirlerini,

Koy ortaya kendi cevherini

 

Ömrü dört gün nazlı kelebek,

Balçıktan yükselen herca-i menekşe,

Yaşar alnı açık, yönelik,

Işığa

Dolaylı yansıyan ışık,

Ölümüdür gonca gül bezminin.

Ene’l hak demek, Hakkın sözü,

Bilmek istersen gerçeğini,

Şeylerin içinde mündemiç,

İrfan-bilme, bilinemeyene karşı,

Ene’l Hak irfanıdır bilinecek olanın,

 

Zinhar vermegil gönül dünya payına bir gün

Dünyaya gönül veren düşe tayına bir gün

 

Kuşların yuvasını kimse doğan edinmez

Ol elde kaçan dura gide yayına bir gün

 

Gör ahi niceleri topraklar koçmuş yatar

Bizi de onlar gibi ala koynuna bir gün

 

Şol kuşun kim yuvası doğan katında olur

Ol ondan kaçılsa da gide yeyine bir gün

Miskin biçare Yunus gördüm bildim demegil

Tuf erenler eteğin düşgil suyana bir gün

 

Hiç bilmeyen kezek kimin arasında gezer ölüm

Halkı bostan edinmiştir dilediğin üzer ölüm

 

Bir nicenin belin büker bir nicenin mülkün yıkar

Bir nicenin yaşın döker var gücünü ezer ölüm

 

Birinin alır kardeşin revan döker gözü yaşın

Hiç onarmaz bağrı başın hebersiz gelir ölüm

 

Yiğidi koca olunca komaz kendine bilince

Birin koyup gelince gözlerine süzer ölüm

 

Hani onun sevdik yarı kıl taatın arı yürü

Miskin Yunus neye durur ejderhalar yutar ölüm

 

Bu bapta halk Hak, Hak halk,

Ene’l Hak rehbersiz irşad,

Ene’l Hak hürriyet,

Ene’l Hak hürriyete yakin aşk.

Ev Sahibi        : Sen gerçekten karanlıkta kalmış ruhları aydınlatan bir güneşsin.

Sen Hallac – el esrar, yani kalplerin derinliklerinde pamuk ipliği gibi atansın.

Bu sözlerin birini bile unutmadan, yazıp yayacağım Horasan ellerinden geçen her erene.

Hallac             : Keşke yerenlerden olsaydın, korkarım ben övgüden.

(Kapı çalınır)

Ev Sahibi        : Kim o ?

İbn Humam    : Ben, ben ibn Humam.

Ev Sahibi        : (Açar kapıyı) Buyuur ibn Humam.

İbn humam     : Selamünaleyküm.

Hallac             : Aleykümselam. Nasılsın ya ibn Humam. Seni gördüğüme çok sevindim.

İbn Humam    : Nasıl olalım. Dünyanın hali gibi. Ben de çok sevindim. Seni görmek ne ala ya Hallac. Seni görünce karanlık gönlüm aydınlanıyor birden. Güven geliyor bana.

Günlerdir içinden çıkamadığım meseleler birden aydınlanıyor birer birer.

Ben ne soracaktım sana? Allah’ım yarabbim.

Hallac             : Acele etme, heyacanlanma, sakin ol biraz. Gel otur biraz. Konuşuruz biraz.

Meseleler zaten çözüme aday olmuş sorunlardır biraz.

Asıl cehalet sorunun ne olduğunun bilinmemesinde.

İbn Humam    : (Oturur) Meseleler çok karışık. Ruhum, Arap saçı durulmadı, durulmuyor bir türlü. Ne yapacağım ben? Allahım yarabbim. Bilemiyorum. Devirdim bütün kelam, fıkıh, mantık, hadis kitaplarını defalarca. Kafamı kaldırmadım haftalarca.

Her türlü cedel yöntemini öğrendimya. Ne yapayım ben ya Hallac.

Hallac                         : Kalburla şu taşınır mı hiç ey ibn Humam? Mutlak ilahi hakikat akılla, mantıkla, kelamla, hadisle, fıkıhla kavranır mı hiç? Tıpkı suyu  taşımak için olduğu gibi, ilahi kaynakdan da yararlanmak için uygun araç kullanılmalı.

İbn Humam    : Ne yapacağız öyleyse. Nutkum tutuldu vallahi billahi günlerdir ?

Hallac             : Bak bu hususta tek doğru şey Şii çifte gerçeklik nazariyesi.

Her gerçeklik alanı kendi araçlarıyla kavranabilir. Fizik evren, madde alem, mutlak nesnel gerçeklik akıl, bilim, mantık, ile kavranır. Oysa metafizik evren, mânâ alemi, mutlak ilahi gerçeklik vahiy, sezgi, kalp, keşf, ilham, aşk ileri akıl mantık ile kavranamaz. Sen şimdi, madde aleminin araçlarıyla mânâ alemini, ilahi hakikati kavramaya çalışırsan, yelkenlerin tersine kürek çekmiş olursun. Daha kötü sonuçlar verir. İşte bu iki alanın araç ve usulleri ayrıdır. Her biri kendi aracı ile kavranır. Çifte gerçeklik fikri de buradan çıkar.

İşte tüm akılcılardan hatası da; akıl ile ilahi gerçekliği kavramaya çalışmalarıdır.

Bu durumda şöyle denmiştir : Madem akıl ile ilahi gerçeklik kavranır ise, ya vahiy akıl ve mantık ile uyuşma halindedir, yahut değildir. Birinci halde gereksizdir, fazladır; ikinci halde ise kabul edilmeyip reddedilmelidir. Bu ibn Ravendi’nin açığa çıkardığı bir görüştür.

Öyleyse ne yapmalı diyorsun. Bu soru hep yineleniyor. Kavranacaksa kavranacak olanı, uygun araçları ile uygun usullerle kavramalı.

Bak şimdi, alfabeyi bana bir sayar mısın ?

İbn Humam    : Elif, ba, ta , sa cim, çim, ha, ha, dal, zal, ra, za, sin, şın, sad, dad, ta, za, ayn, gayn, fa, gaf, kaf...

Hallac             : Peki Fa’dan itibaren sayabilirmisin ?

İbn Humam    : Fa, gaf.. neydi ya. Allah’ım, yarabbim.

Hallac                         : Akıl alıştığı kalıplarla işleyen bir araçtır. Tüm araçlar gibi öğrenilmiş alışkanlıkta olanı taklide sevkeder. Sadece belirlenmiş kategorilerle düşünmeye iter. NE GERÇEK OLAN AKLI, NE DE AKLI OLAN GERÇEKTİR.

En bağımlı insanlar davranışlarında aklın kendisini daha çok belli ettiği ve aklın güdümüne kendisini daha çok bırakan insanlardır. Akli olan gerçektir, gerçek olan aklidir dersen, hiçbir şey gerçeklerin kendisinden yanıltıcı olamaz.

            Tüm hüccet, rehber iddiasında  olanlara itaat gibi, akla itaat da mevcut, yeleşik,          

            alışılagelmiş formlara teslimiyettir. Oysa hayata fa ile başlamak formları kırar.    

            İhvar- ül Sefa risalelerinin müzik bölümü buna en iyi örnek. Muktedir ve  

            Hamit ve tüm müstebitler yerleşik aklın üzerine kurulu nizamlardır. Akıl  

            nakıstır, natıktır gayri natıktır, nisbidir ve kısmıdır. Mukimdir, akimdir ve 

            verilidir. Verili form suretlerine dayanır. Form ipek bile olsa, kendini yaratan  

            kozayı nasıl boğarsa, öyle öldürür özü. Yok eder. VE KAHROLASI TÜM   

            FORMLARI SİZ İNSANLAR YARATTINIZ.

            Aklınızı kullanın, ama parayı kullananlar gibi onun esiri olmayın derim.

            Siz kelamcılar, akıl ve cedelle ilahi gerçekliği kavrayamazsınız dostum;

akıl gözünün gönül cevheriyle görmek mümkün ancak.

İbn humam     : Usulü ne bunun?

Hallac             : Bu bir aşk işi, gönül işi, dost işi, inan işi.

Hakikate erişen ilk bakışta varlık nurunu görür.

Marifet sahibi olan neyi görürse, önce O’nu görür.

Bunun için O’ndan başka her şeyi gönlünden çıkarmalı aşık; terk etmeli maddi alemi.

Felsefeyi düşkün hakim, bu alemi ancak imkan alemi olarak görür de,

vacibi mümkünle ispata kalkışır. Vacibin zatından hayrete düşer.

Bazen teselsüle saplanıp, teselsülde, bazen nedenlerde hapsolup gider.

Akıl da teselsülle uğraşıp, ayağı teselsüle bağlanır.

Oysa abes aklın yüzünden kimi felsefeye düşer, kimi düşer hulule.

Akılda nuru görmeye kudret yok. Yürü onu görmek için başka göz ara.

Felsefenin iki gözü de şaşı, görmez Tanrı’yı,

Teşbih de görmezlikten ileri gelir, tenzih tek gözlü olmadan.

Tenasuh görüş darlığından,

İtizal yolu tutan anadan doğma kör.

Tevhid zevkini tatmayan kelamcı, taklit bulutuyla örtülü.

Fakih, mühaddis, zahirin karanlıklarında güneş altında kalmış,

Görmeye zaten karşı; der vahiy kesilmiştir madem artık ben gerçeği nedem.

Zahir ehlinin iki gözünde de ağrı var, alemde görünenden başkasını görmez.

Fakih söyler durur, yasaya uydurur. Oysa Tanrı’nın zatıysa nitelikten

Münezzehtir, nicelikten de. Söylenen sözlerin hepsinden yüce. Erdemli tek bir davranış yoktur ki yasayı ihlal etmeye.

O’nu kim bile, aşkla bile.

Batın, gayb alemi giremez akıl,

ancak maşukta kayb olan aşık gire.

İbn Humam    : Ya Hallac, ne diyeyim erişemem sana.

Doğrusunu ancak Allah bile.

Senin sözlerini anlamak müşkül.

Anlatmaya kimin gücü yete.

Bunları ne kalem yazar, ne kitap okuna.

Ne yazının gücü yete.

Ev Sahibi        : (İçecek birşeyler getirir)

Dostlar buyurun, için biraz. Boğazınız kurudu.

(İçerler bir yandan)

İbn Humam    : İyice yaşlanmışsın ya Hallac. Saçların beyazlamış bir hayli.

(Bu arada kapı çalınır. Ev sahibi bakar, birşeyler konuşur geri döner)

Ev Sahibi        : Ya Hallac, Şıbli’nin mektubuna cevap yazacak mısın? Ulak gelmiş.  Bekliyor kapıda.

Hallac                         : (Bir parça kağıt çıkarır) Bunlar kaliteli kağıtlar. Çinden gelen kervanlardan aldım. (Yazar )

Yazamadım sana, hayır sana değil o.

Ruhumla konuştum kalemsiz, harfsiz.

Ayrılık yok, dostla ruh arasında.

Ne kağıt, ne yazı, ne sen, ne kitap

O sensin yazdığın metup aslında

Senden sana, kendi dilinle cevap.

Ev Sahibi        : Daha Şıblı’nin mektubunu okumadınız bile ya Hallac.

Hallac             : Yazılan ne varsa önceden okunmuştur. Zararı geleceğe dokunur.

 

                       (Sahne kararır)